3 Ekim 2013 Perşembe

NİHAT ÇETİN’DEN ÖĞRENDİKLERİM




NİHAT ÇETİN’DEN ÖĞRENDİKLERİM

Eski harflerle yazılmış ilk el yazısı metni gördüğümde çok küçüktüm. Muhtemelen ilkokul üçüncü veya dördüncü sınıftaydım. Merhum babam Ahmet ANAY’ın bana gösterdiği ve içinde eski harflerle yazılmış satırların bulunduğu bir küçük defter, akrabalarımızdan birinden ona intikal etmiş. O yaşlarda Kur’an-ı Kerim’i Arapça harfleriyle matbu metinlerden okumayı az da olsa öğrenmiştim. Fakat hiç el yazısıyla yazılmış bir metin görmemiştim. Eski harflerle kargacık burgacık kaleme alınmış bu defterden sadece bazı harfleri seçebildiğimi hatırlıyorum. Fakat bu beceriksizliğimi hayatım boyunca hiç unutmadım. Babamın karşısında bu yüzden mahcup oluşumu da..

Daha sonra küçük yaşta gittiğim medresevari okulda; klasik usülde Arapça, fıkıh ve kelam gibi dersleri okurken bizden önceki talebelerin el yazılarından istifade etmek maksadıyla daha ciddi bir şekilde el yazması eserlerle içli dışlı oldum. Zira, bize okutulan Arapça metinleri yer yer şerhleriyle birlikte okuyorduk, bundan dolayı da sürekli Arapça harflerle not almak ve önceki talebelerin notlarından istifade etmek mecburiyetinde kalıyorduk. O zamanlar, fotokopi makinası da olmadığı için beğendiğimiz bazı Arapça ve hatta Türkçe eserleri bile ya tamamen, ya da kısmen istinsah ediyorduk.

Ortaokul ve lise yıllarında el yazması eserlerle ilişkim çok az oldu. Fakat bu sırada da, zaman zaman eski harfli yazıları, değişik vesilelerle okuduğumu, bundan dolayı da zaman zaman arkadaş çevremden övgü aldığımı da hatırlıyorum.

1981’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne başlamak, benim hayatımdaki en önemli dönüm noktalarından biridir. Beş yıl süren lisans öğrenimim sırasında birçok alanda geniş okumalar yaptım, kendimi geliştirmeye çalıştım. El yazmalarıyla ilişkim de bu dönemde yeniden ve bu defa daha ciddi bir şekilde başladı. Türk İslam Edebiyatı derslerimize rahmetli hocam Prof.Dr. Esat Coşan giriyordu, tatlı dilli, nur yüzlü ve öğrencilerine saygı duyan bir hocaydı. Esat Hocam’ın ve zaman zaman onun yerine derse giren o zamanki asistanları Mehmet Akkuş ve Ali Yılmaz’ın dersler sırasında öğrencileri teşvik mahiyetinde serdettiği bazı cümlelerden etkilendim. Bu derslerde ilk defa; rik’a, talik, sülüs ve divani gibi yazı türlerinin isimlerini duydum, az da olsa örneklerini gördüm ve okudum. Muhtemelen Türk İslam Edebiyatı derslerinin etkisiyle, her zaman çalışmaktan zevk aldığım Ankara İlahiyat’ın Kütüphanesi’ndeki el yazmalarına da yöneldim. Artık, hangi konuyla ilgili olursa olsun, kütüphaneden elsine-i selasede (:Türkçe, Arapça ve Farsça) telif edilmiş ve muhtelif yazı türlerinde kaleme alınmış el yazması eserler talep edip onları okumaya çalışıyordum. Doğrusunu isterseniz, bu eserlerin müelliflerini de onların ne kadar değerli olduklarını da bilmiyordum. Tek arzum, eski harfli el yazması kitapları okumayı öğrenmekti. Böyle eserleri okuyup anlayabilmek bana ayrıca zevk veriyordu.

Belki de bu meşguliyet, arkadaşlarıma hava atmama vesile oluyormuşdur, kim bilir??!! Düşünsenize, çoğu öğrenci ders notlarıyla meşgul, onları okumaya veya ezberlemeye çalışıyor. Zayıf ve çelimsiz bir erkek öğrenci de kütüphaneden el yazması eserler talep edip onları okumaya gayret ediyor. Kim bilir ne kadar havalıymışımdır??!!! Keşke birileri o halimin görüntüsüne sahip olsa da şimdi seyredebilsem..

Bir gün fakülte kütüphanesinden yazarını ve kıymetini bilmediğim bir eseri rast gele katalogdan belirleyip görevlilerden talep ettim. Türkçe bir eserdi ve çoğunu anlıyordum. Bu özelliği dikkatimi çektiği için, kataloğa yeniden bakınca eserin büyük Türk düşünürü, alimi, üstadımız, efendimiz Bediüzzeman Katip Çelebi (ölümü: 1657)’ye ait olduğunu ve kitabın adının ise Mizan el-Hakk fi İhtiyar el-Ehak olduğunu öğrendim. Bunun üzerine Katip Çelebi hakkında bir şeyler okumaya başladım.

Ohoooo..

Meğer benim elimde tuttuğum eserin yazarı, Osmanlı döneminin en büyük düşünürlerinden biri imiş ve üstadımız onda yaşadığı dönemdeki düşünce tartışmalarını değerlendiriyormuş, son derece önemli bir kitapmış ve hatta günümüze bile ışık saçacak kadar kıymetli bilgiler ihtiva ediyormuş.

Bu tespitlerden sonra Katip Çelebi’nin adı geçen kitabının el yazmasını dikkatle baştan sona okumaya başladım. Bir yere geldim, kelimeler tekrar ediyordu. Anlayamadım. Hatırladığım kadarıyla iki veya üç defa ha ve kaf harflerinden meydana gelen bir kelime tekrar ediliyor, ardından vav ve kaf harflerinden oluşan başka bir kelime yine iki veya üç defa yineleniyordu. Bir daha okumayı denedim olmadı, cümlenin bağlamına baktım, yine başaramadım. Nihayet metni çözdüm. Üstadımız Katip Çelebi, meğer kendi dönemindeki sufi taifesini eleştirirken onların, ‘HAK HAK HAK derken (ördekler gibi) VAK VAK VAK’ demeye başladıklarını yazıyormuş. Bunu anlayınca kendimi tutamayıp kahkaha attım. Kütüphanede bulunan herkes bana baktı, sesimi kestim, ama içimden hala gülüyordum.

Bu gibi okumalar ve tecrübeler sadece kütüphaneyle sınırlı kalmadı. Sık sık gittiğim ikinci el kitapçılardaki, özellikle de Hacı Bayram Camii civarındaki eski kitapçılardaki el yazması eserleri de inceleme zevki oluştu bende. Bu gibi eserlerin fiyatları çok pahalıydı, bundan dolayı birkaç istisna dışında hiç el yazması kitap satın alamadım. Ama parasızlığıma rağmen, gittiğim her kitapçıda -şayet mevcut ise- el yazması eserler incelemeye de devam ettim.

Hangi yıl idi tam olarak hatırlamıyorum. Bir gün sınıf arkadaşlarımdan biri Hacı Bayram Camii’nin altında Şeyho Duman adlı hocanın eski usulde tefsir okutacağını, bu derslere katılıp katılmayacağımı sordu. Ben de kabul ettim. Bu vesileyle, Şeyho Duman hocamla tanıştım. Hocam bana ilgi gösterdi, sevgisini benden esirgemedi. Meğer üstadımız, Tapu Kadostro Genel Müdürlüğü Arşivi’nde çalışıyormuş ve siyakatla yazılmış defterleri yeni harflere çevirenlerden biriymiş. Bu vesileyle siyasakat yazısına da ilgi duymaya başladım, hocamın nezaretinde siyakatla yazılmış bazı metinler de okudum.

Ankara İlahiyat’tan mezun olduktan sonra 1987 senesinden itibaren Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nda uzman yardımcısı olarak çılışmaya başladım. Yaklaşık dört yıl süren ve benim üzerimde büyük etkiler bırakan bu memuriyet sırasında, doktora döneminin başlarında Prof.Dr. Nihat Keklik’in yönlendirmesiyle başlayan Türk Düşüncesi Tarihi’ne ilgim daha da arttı. Hem bu ilgim, hem de yıllardır süren el yazmalarına merakım sayesinde Arşiv’de fazla zorluk çekmediğimi söyleyebilirim. Bununla birlikte, Arşiv’de geçirdiğim yıllar ve orada şahit olduklarım içimde belki de hiçbir zaman kapanmayacak yaralar açtı. Milli duyguları güçlü bir ailenin çocuğu olarak yetiştiğim için, asırlardır ecdadımızın korumaya çalıştığı ve bize miras bıraktığı belgelerin perişan hallerini görmek, beni kahretti. Yüreğimde ve beynimde açılan bu yara, hala kanamaya devam ediyor. Ülkemizi yöneten pek çok kişinin vatanımıza duydukları sevginin, sermaye sahiplerinin kültürel konulardaki hassasiyetlerinin, kendisine dindar diyen kesimin tarih ve medeniyetimize gösterdikleri alakanın ne kadar alt düzeyde olduğunu Arşiv’de öğrendim. Bu açıdan büyük hayal kırıklığı yaşadığımı rahatlıkla ifade edebilirim. Bu görevimden 1990’da ayrıldım. O günden bugüne kadar ülkemizin arşiv siyasetinde büyük değişiklik olmadı. Din ve milliyet istismarının boyutları ve derinliği elbette çok gelişti fakat işin esasında hiçbir iyileşmeye şahit olamadık.

Osmanlı Arşivi’nde birlikte çalıştığım tarihçi, edebiyatçı ve şark dilleri mezunu arkadaşlarımdan çok değerli bilgiler edindim. Orada tanıştığım meslektaşlarımın bazılarıyla arkadaşlık ilişkilerimiz hala devam ediyor. İstistanız hepsine şu satırları karaladığım sırada bile derin bağlılık hissediyorum. Arşiv’de tanıştığım insanların hemen hemen hepsinin; ahlaklı, vatansever, bilgili, milli ve dini duyguları son derece güçlü kişiler olduklarına şehadet ederim.

Arşiv’deki görevim sırasında da el yazmalarına ilgim hep devam etti. O sırada aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde doktora yaptığım için, gerek ders döneminde gerekse tez konusu seçme sürecinde sık sık el yazmalarının bulunduğu kütüphanelere gidiyordum. Aziz üstadımız Nevzat Kaya Bey’i bu dönemde Süleymaniye Kütüphanesi Müdür Yardımcısı iken tanıdım. Kendileri, hizmet etme aşkları, iyilikseverlikleri ve sahip oldukları engin bilgileriyle benim üzerimde derin izler bıraktılar.

Kütüphanelerde yaptığım uzun araştırmalardan sonra doktora tez konusu olarak İranlı büyük düşünür Celaleddin Devvani (ölümü: 1502)’yi seçtim. Başlangıçta sadece Devvani’nin ahlak ve siyaset görüşlerini incelemeyi düşünürken, daha önce tatmin edici bir çalışmanın yapılmadığını göz önüne alarak araştırmama Devvani’nin hayatını ve eserleri de ilave ettim. Konu daha da genişledi. Özellikle hayatı ve eserleri kısmını yazarken yüzlerce el yazması kitabı gözden geçirdim, bazılarını okudum, bazılarından notlar aldım. İşte bu yoğun çalışmalar sırasında farkettim ki, el yazmalarını kaynak olarak kullanmak büyük sorumluluk ister, bu alanla meşgul olmak ÇOK ÇOK CİDDİ BİR İŞTİR, el yazmaları BÜYÜK BİR İHTİSAS ALANIDIR.

Karşıma çıkan el yazmaları muhtelif yazı çeşitleriyle kaleme alınmış olabiliyordu. Bundan dolayı, nesih, Arap neshi, nesh-talik, talik, Türk taliki, İran taliki, sülüs, divani ve hatta -kısmen de olsa- siyakatla yazılmış kitaplar ve risaleler gördüm, inceledim, okumaya çalıştım. Bir yandan bilgi ve beceri eksikliğim, öte yandan farklı müstensihlerin yazı tarzlarına alışmak, bazı el yazması kitapların düzensiz istinsah edilmiş olması gibi onlarca sorunla cebelleşmek mecburiyetinde kaldım. Hele baş ve son kısımları kaybolmuş kitaplar, müellif veya mütercim adının tespiti, telif veya istinsah tarihlerinin belirlenmesi ve nihayet varak kenarlarındaki işaretler belimi kırdı desem yeridir. Bütün bu zorluklar sebebiyle, doktora tezini tamamen bırakmayı bile düşündüğüm çok oldu.

Böyle sorunlarla bunalmış bir haldeyken, bir gün araştırma yapmak gayesiyle, daha önce de çeşitli vesilelerle gittiğim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak faaliyet gösteren Şarkiyat Enstitüsü’nün kütüphanesine gittim. Özellikle Batılı Şarkiyatçılar tarafından hazırlanmış el yazması kataloglarından istifade etmek için bu kütüphaneye gidiyordum. Kütüphaneye girdiğimde görevliden daha önce künyesini belirlediğim matbu kataloğu istedim, o da bulup bana verdi. İncelemeye başladım. Bu sırada kütüphaneye birkaç kişi geldi, gelenler kütüphanenin bir köşesinde kitap okuyan yaşlıca bir zatın yanına gidip ona büyük saygı gösterdiler. Herkes ona, ‘Hocam’ diye hitap ediyordu. Bazıları büyük bir ihtiramla o zatın elini öpüyorlardı. Bir müddet sonra misafirler salondan ayrıldılar. Bunun üzerine merak edip kütüphane görevlisine o zatın kim olduğunu sordum. Bana, ‘Nihat Çetin hoca. Bu Enstitü’nün Müdürü’ cevabını verdi. Nihat Çetin Bey’in adını o zamana kadar hiç duymamıştım.

Daha sonraki günlerde yine el yazmaları üzerinde çalışmaya devam etmekle birlikte karşılaştığım sorunlar beni yıldırdığı için artık daha az kütüphanelere gidiyordum. Özellikle el yazmalarının kenarlarındaki işaretlerin ne anlama geldiğini bilen kişiler aradım, sorduğum kişiler bana çok az yardımcı olabildiler. Bunun üzerine, el yazmaları hakkında yapılmış araştırmaları, makaleleri ve hazırlanmış katalogları inceleyerek sorunları çözebileceğimi düşünmeye başladım. El yazması kitaplar konusunda uzman olan, Hellmut Ritter (Ölümü: 1971) ve Ahmet Ateş (ölümü: 1966)’in adlarına ulaştım. Onların çalışmaları, konuyu anlamama çok yardımcı oldu. Yine de hala, gerek yazma kenarlarındaki işaretler gerekse müellif tespiti gibi konularda sorunlarım devam ediyordu.

Aklıma Nihat Çetin’in adı geldi. Öyle ya, Şarkiyat Enstitüsü’nün Müdürü olduğuna göre, bu işlerden de anlar diye düşündüm. Nihat Bey hakkında kütüphanelerden biraz araştırma yaptım, onun büyüklüğünü yansıtmaya yetecek kadar önemli bilgilere malesef ulaşamadım. Yine de, bu araştırmalar sırasında Nihat Çetin Bey’in, Prof. Ahmet Ateş’in öğrencisi, Arap edebiyatı uzmanı ve el yazmaları hakkında bazı araştırmalar yayımladığını öğrenince aradığım âlimin Nihat Çetin olabileceğine dair bir umuda kapıldım. Bunun üzerine, Nihat Çetin Bey’in bana yardımcı olup olamayacağını doktora dönemindeki ders hocalarımızından ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk İslam Düşüncesi Tarihi Anabilim Dalı’nın kurucusu Prof.Dr. Nihat Keklik’e sordum. Nihat Keklik Bey, Nihat Çetin Bey’den büyük sitayişle bahsederek onun el yazmaları hakkında büyük bir bilgin olduğunu ifade etti. Nihat Keklik Bey, zor beğenen ve titiz bir ilim adamıydı. Başka bir ilim adamı hakkında bu kadar övücü cümleler kurması, benim için doğru kişiye yönlendirildiğime dair büyük bir işaret oldu.

Nihat Çetin Bey’in hangi günler ve saatler arasında Şarkiyat Enstitüsü’nde bulunduğunu kütüphane görevlisinden öğrendim. O sırada uzman yardımcısı olarak çalıştığım Osmanlı Arşivi’nden izin alarak kendisini ziyarete gittim. O gün de kütüphanenin bir köşesinde çalışıyordu. Kendimi tanıttım, sorunlarımı anlattım, el yazmalarına olan ilgimden biraz bahsettim, karşılaştığım sorunlardan dolayı moralimin çok bozuk olduğunu da belirtmeyi ihmal etmedim. Kendileri büyük bir nezaket ve tevazuyla bana tahminimin üzerinde alaka gösterdi, bana moral verdi, el yazmalarının önemini anlattı. Ve mikrofilimlerini aldığım bazı el yazmalarının örneklerini kendisine getirmem halinde bana yardımcı olabileceğini vaat etti.

Yaklaşık bir hafta sonra, Nihat Çetin Bey’in dediği gün ve saatte Şarkiyat Enstitüsü’ne gittim. Beni bekliyordu. Elini öptüm, hürmetlerimi sundum. Rahatsız ettiğim için özür diledim, yardımları için teşekkür ettim. Getirdiğim el yazması örneklerini incelemeye başladı. Çözemediğim yerleri zaten işaretlediğim için o satırları veya işaretleri dikkatli bir şekilde okudu. Beni şaşkına çevirecek bir maharetle, getirdiğim el yazması örneklerini sanki kendisi yazmış ve yine sanki varak kenarlarındaki işaretleri kendisi koymuş gibi herbirinin ne anlama geldiğini bir bir anlattı. Ben sürekli not alıyordum. Heyecandan dizlerim titriyordu. Aylardır çözemediğim, beni mahveden işaretler ve sorunlar meğer ne kadar da kolay çözülebiliyormuş?

Demek ki, bir alanın uzmanı olmak böyle bir şeymiş. Demek ki, hakiki âlim böyle olurmuş: Köşesinde, münzevî ve mütevazî bir halde çalışır, adını çok az kişi duyar, nam ve para peşinde koşmaz, ama kimsenin üstesinden gelemediği sorunları hiçbir karşılık beklemeksizin teker teker çözer, sonra da nazik bir şekilde karşısındaki çocuğu/genç insanı uğurlayıp ‘Güle güle yavrum’ dermiş.

Nihat Bey ile yaptığım bu görüşme, benim yeniden akademik hayata bağlanmama sebep oldu. Artık daha rahat ve zevkle doktora tezi üzerinde yoğunlaşmaya başladım. İlerideki yıllarda da, Nihat Çetin Bey’in titizliğini, tevazusunu, tarihe saygısını, düşünce ve bilim tarihimizin en önemli kaynakları olan el yazmalarını koruma hassasiyetini kendime örnek almaya çılıştım.

Başka zamanlarda da Nihat Çetin Bey’i aynı yerde ziyaret ettim. Benimle görüşmeye az zaman ayırabilse de, huzurunda her bulunuşumda ondan yeni şeyler öğrendim. Bazen kütüphanenin bir köşesinde kitap inceliyormuş gibi yapıp onu seyrettiğim de oldu. Onun gibi olabilir miyim acaba diye de çok düşündüm.

Kendilerini ziyaretlerimin birinde, şahıs isimlerinin nasıl verildiği üzerinde beni bilgilendirdi. Özellikle, lakaplar ve künyelerin verilişinde riayet edilen genel kuralları bana anlattı. Lütfettiği bilgileri duyunca, apışıp kaldım desem yeridir. O ana kadar nisbe, lakap ve künyelerin de bazı kurallara göre verildiğini hiç duymamıştım. Bana söylediğine göre, künyelerdeki genel kural bir kişinin ilk çocuğuna, özellikle de oğluna nisbetle verilmesiymiş (Ebu Ahmed, Ümmü Fatıma gibi). Yine, bir kişinin adı Muhammet ise, ona verilebilecek lakaplardan biri Celaleddin olurmuş. Ya da şahsın adı Yusuf ise, ona Sinaneddin lakabı verilirmiş. Halbu ki ben eskiden bunları hep müstakil isim sanırdım, ya da onlar üzerinde hiç düşünmezdim. Şimdi o dönemdeki cehaletimin derecesini hatırlayınca yüzüm kızarıyor.

Nihat Çetin hocamı, Osmanlı Arşivi’nden ayrıldıktan sonra çalışmaya başladığım bir yerde benim üzerimde büyük emeği olan aziz hocam Prof.Dr. İsmail Erünsal’ın aracılığıyla bir kez daha gördüm. Daha doğru bir ifadeyle huzurunda bulunmak kısmet oldu. Bir gün, el yazmaları ve doktora tezim hakkında İsmail Erünsal hocama sorunlarımı anlatırken, bana Nihat Bey ile de görüşebileceğini söyledi. Birkaç gün sonra Nihat Hocam teşrif ettiler, ama rahatsızdı. Sadece on beş dakika kadar konuşabildik, kendisine bazı el yazmalarının sonundaki ibarelerin anlamlarını ve varak kenarlarındaki işaretleri sordum büyük bir vukufla o hasta haliyle tatmin edici cevaplar verdi. Ayrıca, varak kenarlarındaki işaretlerden ve sonundaki şifrelenmiş bir kelimeden hareketle Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde kayıtlı bir el yazmasının MÜELLİF NÜSHASI olduğu tespitinde bulundu.

Nihat Çetin hocamı dünya gözüyle son defa böyle gördüm. Kendilerinden son bilgilenişim, son ışık almam oldu. Daha sonra 1991 yılında Hakk’ın rahmetine kavuştular. Büyük insandı, imanlı adamdı, hizmet eriydi, kelimenin tam anlamıyla insandı. Huzurunda az bulunabildim, fakat onu hep akademik hayatımı yönlendirenlerden bir büyük âlim olarak hatırladım. Onun gibi insanların yüzü suyu hürmetine ülkemizin ayakta durduğuna inananlardan olduğum için, o nazik ve beyefendi insanı her hatırlayışımda içimde bir yanma hissediyorum. Rabbım rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Allah bilir ya, bir de bakarsınız öteki dünyada da karşılaşır ondan daha çok istifade ederim. Sohbet mevzuu yine el yazmaları mı olur onu bilemiyorum..

Merhum Prof.Dr. Nihat Çetin Hocam’dan edindiğim bilgileri asla unutamam. Fakat daha da önemlisi ondan aldığım ilhamla zihnimde oluşturduğum ve geliştirdiğim ideallerdir.

Onun şahsiyeti, âlimliği ve bilgeliğinden hareketle kendimce şöyle sonuçlar çıkardım:

İlimle ve düşünceyle meşgul olmak büyük titizlik ve ciddiyet ister. Soytarılardan, nam ve unvan peşinde koşturanlardan, hırsızlardan, hortumculardan, müfterilerden, yalancılardan, fırsatçılardan, çıkarcılardan, ahlaksızlardan, utanmazlardan, geleneğimize saygı duymayanlardan, yöntemsizliği yöntem olarak benimseyenlerden, iki kelime öğrendikten sonra herkesi küçümseyecek kadar alçaklaşanlardan, binbir emekle kurulmuş ve geliştirilmiş bilim kurumlarını berbat edenlerden, her konuyu ve başarıyı kendi çıkarlarına yontanlardan, kendilerinden önce yaşayan bilim ve düşün insanlarına saygısızlık edenlerden, hak tanımazlardan, insanımızı küçümseyenlerden, öğrencilerine saygısızlık edenlerden ve din istismarcılarından asla ve asla ilim adamı ve düşünür olamaz.

ASLA OLAMAZ. ASLA, ASLA, ASLA, ASLA OLAMAZ.

Böyle kerih yaratıkların isimleri, bilim ve düşünce insanları arasında değil, UTANMAZLAR PENTEON’UNDA YER ALMALIDIR.

Ve böyle yaratıklara saygı duymak şöyle dursun, onlardan nefret etmeyi ve onları rezil etmeyi bir ibadet kabul etmeliyiz.

Harun Anay/03.10.2013.
harunanay.blogspot.com
facebook.com/hasimharun.anay
twitter.com/HarunAnay
----

4 yorum:

  1. Üzerimizde çok büyük emeği olan saygıdeğer hocamı, sizi takip eden geniş zümrelere en güzel ifadelerle tanıttığınız için sadece teşekkür etmekle kalmayıp bize düşen vazifeyi de siz yerine getirdiğinizden dolayı ayrıca minnet duyduğumu belirtmek isterim. Biz, Hocamın son gurup talebe jenerasyonuyuz. Sizin de işaret buyurduğunuz gibi bizden hemen sonra hastalandı ve tekaüde ayrıldı. Zat-ı bendeganem, Hoca'yı son anına kadar yalnız bırakmayan talebesi olduğum halde cenazesinde bulunamadığım için hâlâ hayıflanırım. Bütün derslerini can kulağıyla dinlediğim, en iyi şekilde istifadeye çalıştığım halde olması gerekenin en cüzi mikdarını edinebildiğimi onun vefatından sonra acı bir şekilde anlayabildim. Alimin ilminden istifade için de belli bir seviye gerekiyormuş. Kendi algılama kapasitemin o gün için ne kadar geri olduğunu, hazinenin üstünde oturduğum halde çok az şey, elde edebildiğimi öğrendim ama iş işten geçmişti. Bu büyük hazineyi yitirmiştim. Ama ne yazık ki pişmanlık onu geri getirmedi. Erken bir dönemde talebesi olabilseydim, belki kazancım daha büyük olacaktı. Mevlam makamını Cennet eylesin. Cehennem yüzü göstermesin. Hocam-ı yâd-ı cemîl ile dile getirdiğiniz için tekrar teşekkür ederek sözümü noktalıyorum, Muhterem Harun Hocam!

    Babıali Evrak Odası ketebesinden Kürelizade İbrahim Şemsi dâîleri...

    YanıtlaSil
  2. Azizim Sultanım, sizin gibi doğrudan talebeleri varken benim Nihat Bey hakkında yazı yazmam pek münasip olmadı. Bunun farkındayım. Kusura kalmayınız. Sadece ödevimi yapayım diye düşündüğüm için yukarıdakileri karaladım. Sizin öğrendiklerinizi ve hatıralarınızı da okumak isterim. İnşallah bizi bundan mahrum etmezsiniz. Nihat Bey merhumun ne kadar büyük bir insan ve alim olduğun yukarıdaki yorumunuzu okuyunca daha da iyi anladım. Sizin gibi değerli ve bilgili dostlar ancak Nihat Bey gibi birinin yanında yetişirdi. Allah hocamıza rahmet eylesin, sizin gibi öğrencilerine de hayırlı ömürler ihsan etsin.

    YanıtlaSil
  3. Nihat Çetin Hoca'nın yazmalar ve metin neşrine dair vermiş olduğu derslerin notlarının olduğu ve yayınlanmayı beklediğine dair bazı söylentiler gelmişti kulağıma bir zamanlar. Öğrencilerinin bu konu ile ilgili yaptığı bir çalışma var mıdır acaba?

    YanıtlaSil
  4. Yorumunuzu geç gördüm, bu yüzden cevap yazmakta çok geç kaldım. Özür dilerim. Rahmetli hocamızın ders notları bazı öğrencilerinin özel kütüphanelerinde mevcut. Öğrencilerinden bazılarından bu notların fotokopilerini ben de almış idim. Nihat Çetin rahmetlinin ders notları, Diyanet İslam Ansiklopedisi'ndeki bazı maddelerde de bol miktarda kullanılmıştır. Bu konuda, bu ansiklopedinin özellikle eski kültür tarihimiz ve el yazmalarıyla ilgili maddelere bakabilirsiniz. Selam ve saygı ile.

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.