18 Eylül 2013 Çarşamba

RAHMETLİ ŞEREFSİZ İYİ ADAMDI




RAHMETLİ ŞEREFSİZ İYİ ADAMDI

Küçüklüğümden itibaren okumaya meraklıyımdır. Okumak, benim için yemek yemek, su içmek ve hava almak ihtiyacına benzer bir mecburiyet. Bazen ağır konular, bazen basit meselelerde kitaplar ve makaleler okurum. Ama okurum. Hiçbir şey bulamazsam veya önceki okumalarımdan sıkılmışsam, sokaklarda gezerim, duvar yazılarını okurum, bazen de onlardan ilgimi çekenleri not ederim.

İnsanda okuma alışkanlığı olunca, galiba kitap satın alma da peşinden geliyor. Hele bizim gibi kütüphaneleri perişan durumda olan ülkelerin çocuklarının başka çareleri yok, okumak istedikleri kitapların çoğunu kendileri satın alacaklar. Küçüklüğümden beri, bunu da kabullenmiş durumdayım. Bundan dolayı da eller; hanlar, hamamlar, yalılar ve yatlara sahip olmayı planlarken, benim hayalim hep kitap satın almak ve onları okumak oldu.

Buraya kadarki kısmı hoş görünüyor: Oku!; okumak istediklerini de satın al!

Kime, ne zararı var?

Hiç kimseye.

Doğrusunu söylememi isterseniz tam öyle değil aslında. Kitap okuma isteğinin ardından gelen kitap satın alma arzusu insanı pek çok defa perişan ediyor. ‘Keşkem, iyi kütüphanelerimiz olsa da, bu kitaplara para vermeden oralardan ödünç alıp okusam’ diye iç geçiriyorum çoğu zaman. Fakat, gerçeklere boyun eğmekten başka bir şey yapamam. Ülkemizin yöneticilerinin nazarında kütüphaneler, bilmem ki KAÇ BİNİNCİ SIRADA ÖNCELİĞE SAHİPTİR? pek çoğuna sorsanız belki de, akıllarına bile gelmez. Hatta, ilim adamlarına sorsanız kütüphanelerin onların öncelik sıralamasında önlerde yer aldığından da şüpheliyim.

O halde, okumak istediğim kitapları kendi gariban kesemden karşılamaktan başka çarem yok. Hiçbir zaman da bunun dışında bir yol bulamadım.

Yakıcı sorun işte budur: İçinizde büyük kitap okuma arzusu var, fakat istediğiniz kitapları satın alıp okuyamıyorsunuz.

Bu temel sorun, neredeyse bütün hayatım boyunca benim yakamı bırakmamıştır.

1981-1986 yılları arasında, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okurken de bu sorun hiç yakamı bırakmadı. Orta halli ve çocuğunu seven bir ailenin yapabileceği kadar desteği her zaman arkamda hissettim. Fakat benim sorunum sıradan bir öğrencinin sorunu değildi, benimki başkalarından biraz fazla, hatta ‘aşırı’ idi.

Fakülte yıllarım, kitapla ilişki açısından bazen iyi bazen kötü geçiyordu. Cebimde param olunca rahatlıyordum, olmayınca ise boynu bükük kitapçı vitrinlerini seyrediyordum.

Kızılay (Ankara), kitapçıların çok bulunduğu yerlerden biriydi. Özellikle de Zafer Çarşısı’ndaki kitapçılara çok sık uğruyordum. İşte böyle kitapçı ziyaretlerinden birinde, galiba 1983 yılı idi, yol kenarında açık tezgahta kitap satan iki kişiyi fark ettim. Kitaplarına baktım, bazılarını satın aldım. Başka zamanlarda da aynı seyyar kitapçılardan kitaplar aldığım çok oldu. Bir seferinde, bu seyyar kitapçılardan birinden, bir-iki kitap satın aldım, başka birini daha beğendim, fakat param yetmedi. Bunu anlayan seyyar kitapçı amca, ‘Almak istiyorsan, onu da al!’ dedi. Param olmadığını söyleyince, ‘Al, oku! İşini bitirince geri getirirsin’ dedi.

Şaşırdım, mahçup oldum. Teklifini kabul edemeyeceğini söylediysem de, ‘Al diyorum sana!’ diye bana çıkıştı. Kitabı ödünç almaya mecbur kaldım.

Aldığım kitabı birkaç içinde okuyup kendisine iade ettim. Daha sonraki haftalarda, aylarda ve yıllarda ondan indirimli çok kitap satın aldım, o da bana yeniden ödünç kitaplar verdi, onları da okuyup iade ettim. Böyle bir ilişki, onlarca defa tekrar etti. Artık bizim seyyar kitapçı, bir kütüphane gibi bana yardım ediyordu. 1986 yılında fakülteden mezun oluncaya kadar, yaklaşık üç yıl bu ilişkimiz sürdü.

Bahsettiğim seyyar kitapçılardan ikisi de, kitap satın alırken benim için ‘özel indirim’ yapıyorlardı. Fakat özellikle, orta boylu, sakallı olanı bana hem daha çok indirim yapıyordu, hem de ödünç kitap veriyordu. İşin en ilginç yanı ise, bu sakallı abimiz/amcamız, ALKOLİK DENİLECEK KADAR İÇKİ İÇEN BİRİYDİ. Şişeleri de çoğu zaman kitap tezgahlarının yanında dururdu. Benimle konuşurken de bazen ayık, bazen mahmur, bazen ise hakikaten sarhoş olurdu.

Ben ilahiyat öğrencisiydim. Bana en çok yardım eden kitapçı, bir sarhoştu.

Çelişkiyi tasavvur ediniz lütfen!

Zaman zaman, ‘Acaba bu kadar iyi bir insan olmak için illa da sarhoş mu olmak lazım?’ diye kendi kendime çok sormuşumdur.

Fakülteden mezun olduk. Aradan yıllar, yıllar geçti. Ben bu sakallı abiyi/amcayı bir daha göremedim. Ama onu hiç unutmadım. Hep onu iyilikle andım. Üzerimde hakkı olduğu için, gıyabında ona hep minnetlerimi ifade ettim.

Sanıyorum 2005 yılıydı; Ankara’daki bir sahafta kitap müzayedesi olduğuna dair bir haber aldım. Atlayıp gittim. Müzayede başladı, bazı kitaplar satın aldım. Bir müddet sonra çay molası verildi. Odanın birinde çay çerken, birden bire bizim sakallı seyyar kitapçıyı orada görmeyeyim mi? Kalbim küt küt atmaya başladı. Hala sakallıydı, aradan geçen yıllar onu da yaşlandırmıştı. Ama yüz hatları, tavırları, konuşması ve espirileri hiç değişmemişti. Emin olmak için, ona kendisinin Kızılay’da açık tezgahlarda kitap satıp ssatmadığını sordum. Olumlu cevap alınca da, kendimi tanıttım, bana olan yardımlarından dolayı bir kez daha teşekkür ettim. Ellerini öpmek istedim, izin vermedi. Hala içki içip içmediğini sordum, çok şükür bu beladan kurtulup içkiyi bırakmış. Konuşma sırasında, çoğu zaman kendisiyle birlikte başka bir seyyar kitapçının daha tezgah açtığını, onun da bana çok yardımı dokunduğunu söyleyip, ‘Keşke onu da görebilsem, ona da teşekkür edebilsem!’ dedim. Sakallı abim, biraz durgunlaştı, yere gözlerini dikip başını hafifçe sallayarak, şu felsefî cümle ağzından döküldü:

‘O, öteki dünyayı boyladı. RAHMETLİ ŞEREFSİZ İYİ ADAMDI’

Ne diyeceğimi bilemedim. Sadece, ‘Allah rahmet eylesin!’ deyebildim. Biraz daha sohbet ettikten sonra, müzayede başladı, oturum sonunda da kendisine bir kez daha teşekkür ettim. Vedalaşıp ayrıldık.

Benim sakallı kitapçımın, arkadaşına rahmet dilerken kullandığı cümle üzerinde o günden beri düşünmekteyim.

Hem, ‘rahmetli’; hem ‘şerefsiz’; hem ‘iyi’; hem ‘adam’ ve hem de ‘iyi adam’ olmak nasıl bir şey acaba?

Böyle bir cümleyi, kim, kimin için kurabilir sizce?

Bu cümlenin ifade ettiği anlam istisna mıdır, yoksa pek çok kişi için kullanılabilir mi?

Ben, pek çok kişi için kullanılabileceğini düşünenlerdenim.

Söz gelimi; bir siyasetçinin veya bürokratın yaptığı kötü bir fiili veya sözü gündeme getirdiğinizde, muhatabınız hemen savunmaya geçip ‘Ama, falan yere cami yaptırdı, şöyle güzel işlere imza attı’ diyebiliyor. Bu durumda cevabım şudur: ‘Rahmetli şerefsiz iyi adamdı’

Ya da; Taliban Zihniyeti’ni eleştiriyorsunuz. ‘Bu zihniyete mensup olan insanların; düşüncemizi, ilmimizi, ülkemizi, insanımızı, medeniyetimizi, dinimizi ve kültürümüzü felakete götürecek tuzaklar kuruyorlar’ diyorsunuz; muhatabınız, ‘Ama efendim o dediğiniz kişi beş vakit namazında niyazındadır, şu şu güzel işleri yapmıştır, şu kadar hayır işinde imzası vardır’ diye cevap verip sizi susturmaya kalkıyor. Ben susmuyorum. Sadece ona şunu diyorum: ‘Rahmetli şerefsiz iyi adamdı’

Yahut, ‘Falan dindarımsı soytarı yıllarca başkalarının kitaplarını ve fikirlerini çalarak, fakîh (veya İslam filozofu, tefsirci, hadisçi, kelamcı vs.) sıfatını kazandı, ülkemizin çocuklarını hırsızlık mahsulü fikirlerle zehirledi, bütün bunları yaparken de hiç utanmadı’ diyorsunuz. Dostlarınızdan biri hemen atılıp, ‘İyi ama, o dediğin zat, şu şu hizmetlerde bulundu. Hep dinimizi savundu, hep müslüman çocuklarına yardım etti’ diye sizi susturma gereği duyuyor. Ona da cevabım şudur: ‘Rahmetli şerefsiz iyi adamdı’

Rahmetli, şerefsiz ve iyi adam olan kaç kişiyi tanıyorsunuz?

Harun Anay/18.09.2013.
harunanay.blogspot.com
facebook.com/hasimharun.anay
twitter.com/HarunAnay
-----

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.