18 Eylül 2013 Çarşamba

KADIN DİLİ’NE DAİR







KADIN DİLİ’NE DAİR

Zihniyet tarihi yazımı bizde çok zayıf bir alandır. Hemen hemen hiç gelişmediğini söyleyebilirim. Bu feci durumun en önemli sebeplerinden birinin, böyle bir bakış açısıyla kültür kaynaklarımızın yazılmaması, yazılanların da korunmaması olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Siz bakmayın ortalıkta İslam’ı, milletimizi ve ülkemizi sevdiğini iddia edip fırıldak çev
iren bazı ahlaksız soytarılara. Dinimizi sevseler, dini düşüne ve yaşamla ilgili kaynaklarımızı imha ederler miydi? Milletimize saygı duysalar, milletin zihniyet tarihini yazarken dayanak noktası olacak belge ve bilgileri ölüme terkederler miydi? Milletimize ve ülkemize zerre kadar hakiki muhabbet duysalar; binlerce yıllık mazisi olan bir milletin bütün düşünce, bilim, kültür ve medeniyet ürünlerinin imha edilmesi için ne gerekiyorsa yaparlar mıydı?

İşin özeti şudur: Maalesef, iyi bir Türk zihniyet tarihi yazmak gittikçe güçleşiyor. Zira böyle bir tarih yazımının dayanabileceği kaynaklar sürekli azalıyor. Adeta barbarların bir ülkeyi talan etmesi gibi düşünce tarihimizin malzemeleri yok ediliyor. Kim yok ediyor? Çok kişi, pek çok kurum. Ama en başta; dinini, milletini ve memleketini çok çok çok sevdiğini iddia eden, bundan dolayı itibar kazanan BAZI siyasiler, bürokratlar, ilim adamları, din adamları, aydınlar, okumuş yazmışlar, öğretmenler, üniversite hocaları, yazarlar, çizerler. Elbette halkımızın büyük bir kısmı da bu tahribata elinden geldiği kadar katkıda bulunuyor.

Zihniyet tarihi deyince, bir kişi veya toplumun; düşüncelerini, inançlarını, ahlakını, davranışlarını, ilişkilerini, kültürünü ve medeniyetini yansıtmak için, en küçük bir bilgi ve nesne kırıntısını bile kullanmayı yöntem olarak benimseyen bir alandan bahsediyoruz. Bu yönüyle, büyük ölçüde kavramlara ve düşünürlerin fikirlerine dayanan felsefe tarihinden farklı ve daha geniş bir alandır. Böyle olunca da, bir felsefe tarihçisinin ilgisini çekmeyecek pek çok mesele, zihniyet tarihçisinin ana sorunu olabilir. Bizim tarih yazıcılarımızın, özellikle de felsefecilerimizin yaptığı en büyük hatalardan biri, herhangi bir konuyu düşünür ve yazarken zihniyet tarihinin yöntemlerini hemen hemen hiç dikkate almamamalarıdır. Söz gelimi bir siyasi tarih uzmanı, her şeyi siyasete, bir felsefe tarihçisi ise her konuyu felsefe tarihine indirgeme hatasını işlemektedir. Halbu ki, insanı anlamak sadece bunlarla olmaz, insanla ilgili her şeyi dikkate almak gerekir. Bunu yapacak olan da zihniyet tarihidir.
İş buraya gelince, kaynakların sürekli imha edilmesinin yanı sıra, iyi bir zihniyet tarihi yazmanın önündeki başka bir büyük engele de işaret etmek gerekir: TARİHTEN KADINLARIN DIŞLANMASI. Tarihten kadınların dışlanması demek, her alanda kadınların yok sayılması demektir. İnsan denilen varlık, kadın ve erkekten meydana geldiğine göre, kadınların yok sayılması veya onlara az yer verilmesi demek, zihniyet tarihi yazmaya başlarken daha işin en başında YARIM KAYNAKLA YOLA ÇIKMAK DEMEKTİR. Bu yüzden mesele çok ciddidir. Bir zihniyet tarihçisinin asla kabul edemeyeceği bir durum söz konusudur.
Zihniyet tarihi yazabilmek için bir milletin ve ülkenin diline özellikle dikkat etmek gerekir. Konuşma ve yazı dilinin içindeki kelimeler, kavramlar, deyimler, atasözleri bize büyük ipuçları verir. Ayrıca, mizahın, şakanın, alayın, ciddiyetin, özgürlüğün, sevincin, sevginin, aşkın ve nefretin nasıl ifade edildiğini bilmek gerekir. Ancak bu gibi unsurlar vasıtasıyla bir milletin nasıl düşündüğünü ve niçin şöyle veya böyle davrandığını anlayabiliriz.
Bu hususlar göz önüne alındığında, bizim kültür tarihimizde KADINLARIN DİLİ DE BÜYÜK ÖLÇÜDE KAYIPTIR. Kadın dilinin kayıp olması demek; duygularının, sevinçlerinin, düşüncelerinin, sevgilerinin, nefretlerinin, ideallerinin, inançlarının, espirilerinin, mizahlarının, hakaretlerinin ve küfürlerinin kaybedilmesi demektir. Bunlar kaybolmuşsa ve halen de ısrarla yok edilmeye devam ediliyorsa, elbette zihniyet tarihi yazmak da güçleşecektir.
Hatırlanacaktır, bundan önce, ‘Bir Kadın’ın Hatıraları’ başlıklı bir yazı kaleme almış ve bu yazıda, terzilik yapan bir ev hanımının günlüklerinden bahsederek, yıllarca ajandalara ne yaptığını yazan bir ev hanımının notlarının ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Ardından, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okurken bir seyyar kitapçının bana yardım ettiğine dair anılarımı da içeren ‘Rahmetli Şerefsiz İyi Adamdı’ başlıklı bir makale kaleme aldım. Sonuncu makalede, seyyar kitapçının vefat eden arkadaşı hakkında kurduğu bu cümlenin ne kadar derin anlamlar içerdiğini tebarüz ettirmeye gayret etmiştim.

Şansa bakınız ki, bahsi geçen ev hanımın defterleri arasında müstakil bir kağıda yazılmış bir notta da seyyar kitapçının arkadaşı hakkında sarfettiği ifadelerin benzerinin bulunduğunu keşfettim. Bu not, bir kırtasiyeci kartvizinin arkasına yazılmış. Anlaşıldığına göre notun sahibi, günlük tutan ev hanımının yakın arkadaşlarından biri. Arkadaşı olan hanım, günlük tutan hanımı evinde ziyaret etmek istemiş, eve gelmiş, fakat bulamamış. Bunun üzerine kartvizin arkasına şu notu düşüp muhtemelen evin kapısının altından atmış. Ne zaman yazıldığı belli olmayan notta şu ifadeler mevcut (Üstte günlük sahibi hanımın adı var, onu yazmıyorum):

‘..ciğim/cığım,

‘Nerelerdesin? Her gelişimizde seni evde bulamıyoruz. Ne SÜRTÜKLÜK bu böyle? Mahallede dedikodu almış yürümüş. Artık biraz evde otur. Yahut da bize gel de hasretliğimizi giderelim. Korkma o kadar. Not: Sadece biraz öperim. Eymen ve ben ellerinizden öperiz. İmza.’

İki kadının biribirine hitabını görüyor musunuz?

Samimiyet dilini farkettiniz mi?

Günlük yazan kadın, not bırakan kadının yaşça büyüğü olmalı, belki de akrabasıdır. Bundan dolayı ellerinden öpüyor. Yani, ona saygıları sonsuz. ‘Biraz öperim’ derken, ‘Benim öpmemden çekinme, seni çok öpüp rahatsız etmem’ ya da ‘Seni öpeceğim diye köşe bucak kaçma!’ demek istiyor galiba. Şüphe yok ki, bu da samimiyetin ifadesidir.

Not bırakan kadının, sevdiği ve saydığı bir kadına, ‘SÜRTÜK’ demesini nasıl yorumlayalım? Sürtük kelimesi, genellikle evinde fazla durmayıp fazla gezen kadına deniliyor, fakat ikinci bir anlamı daha var, ve bu ikinci anlamı çok kötü. Not bırakan belki de ikisini birlikte kasdediyordur, kim bilir? Ama hakiki anlamıyla değil, yine mecazi bir ifade kullanıyor muhtemelen. Mecazi bile olsa, aralarında samimiyet olan bazı kadınların birbirlerine nasıl hitap ettikleri hakkında güzel bir ipucu.

Bu notta kullanılan üslup ile bizim seyyar kitapçının kullandığı ifade arasında büyük benzerlik var. Biri erkek dili, öteki kadın dili. Cinsiyetleri farklı, fakat aynı kültürün çocukları. İkisi de sevgilerini ifade ediyor. İkisi de hasretlerini dile getiriyor.

Dilimizin binbir incelikleri ve çelişkileri ne kadar da rahatça görülebiliyor, değil mi?

İşte, zihniyet tarihimizin kaynaklarını sürekli kaybediyoruz derken bunları kasdediyorum. Bilmem ki bundan kırk-elli sene öncesine ait bu türden kaç not var elimizde? Yine bilmem ki, bundan iki yüz, beşyüz, bin sene önce yayaşan erkekler de tıpkı bizim seyyar kitapçı gibi, ‘Rahmetli şerefsiz iyi adamdı’ diye mi arkadaşlarından bahsederlerdi? Aynı şekilde, söz gelimi Fatih döneminde yaşayan bir kadın, kadın arkadaşını ziyarete gidip bulamadığı zaman evin kapısının altından yukarıdaki gibi bir not bırakır mıydı?

Binlercesi sorulabilecek böyle sualler cevaplandırılamazsa, zihniyet tarihi nasıl yazılabilecek?

Eh işte..

Ne kadar olursa o kadar.

Kahredici olan ise, bugünün zihniyet tarihi kaynaklarının da hala imha ediliyor olmasıdır.

Geleceğe çok az şey bırakabiliyoruz.

Esas üzücü olan, belki de budur.

Harun Anay/18.09.2013.
harunanay.blogspot.com
facebook.com/hasimharun.anay
twitter.com/HarunAnay
----

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.