2 Kasım 2013 Cumartesi

İSLAM FELSEFESİNDE YENİLİK ve GELENEK




XII. YÜZYIL ÖNCESİ İSLÂM FELSEFESİNDE YENİLİK İDDİASI ve GELENEĞE BAKIŞ
Harun Anay
İslam dünyasının Batı medeniyeti, bilim ve felsefesiyle yoğun bir. şe­kilde karşılaşmaya başladığı XIX. yüzyılın başlarından itibaren başta Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan müslümanlar olmak üzere bütün İslâm dünyasının meşgul olduğu problemleri, daha önceki müslümanlardan devralman mirasa, başka bir deyişle geleneğe ve bu geleneğe meydan oku­yan, onu tahrip etmeye çalışan hatta hem teorik hem de pratik açıdan onu tanımayan Batı medeniyeti ve kültürüne karşı takınılacak tavrın ne olacağı şeklinde iki ana soruna indirgemek yanlış olmaz sanıyorum. Bu iki so­rundan birincisiyle ilgili olarak geleneğin terkedilmesi gereken bir unsur olduğu, İslâm'ı bir din olarak benimseyen kişileri birçok açıdan geri bıraktığı veya bu geleneği iyi bilmediğimiz ve yaşamadığımız için büyük problem­lerle karşılaşıp Batı karşısında yenilgiye uğranıldığı gibi çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Buna karşılık ikinci sorun hakkında geleneği terkederek Batı'ya yönelinmesi gerektiği, bunun dışında kurtuluş yolu olmadığı veya ge­leneği kısmen muhafaza ederek Batı'dan ihtiyacımız olan unsurların alın­masının zaruri olduğu gibi düşünceler ortaya çıktı. Bu tartışmaların bir sonucu olarak son yıllarda bazı İslâm ülkelerinde devraldığımız kültür mirası hakkında daha sistematik düşünülmeye ve yazılmaya başlandı. Bu tebliğde ise kültür mirasıyla ilgili tartışmaları ve anılan iki temel soruyu İslâm düşüncesinin ilk dönemine taşıyarak bu dönemdeki âlim ve düşünürlerin bu konulardaki tavırlarının ne olduğu şeklinde sorup bunlara cevap bulmaya çalışacağım.
İslâm tarihinde müslümanlarm kendilerinin dışındaki kültürlerde gelişmiş felsefe ve ilimlerle karşılaşmasının ilk defa XIX. asırda olmadığı, aksine bu türden bir karşılaşmanın İslâm'ın doğuşundan itibaren başladığı tesbitinden hareket ederek "ilk dönem" demeyi uygun gördüğüm XII. yüz­yıla kadarki İslâm düşüncesinin bu konulardaki tavırlarının son iki yüzyıl­daki tartışmalara önemli ölçüde ışık tutacağı söylenebilir. Ancak tebliğin muhtevası bütün sahalarda müslümanların ve müslüman ilim adamlarının bu konulardaki tavırlarını incelemeye müsait olmadığından sadece İslâm filozoflarının ve felsefeyi benimseyen kişilerin eserlerinden bazı örnekler üzerinde durulacaktır. Başka bir ifadeyle bu tebliğ iki ana soruya cevap ara­maktadır. Birincisi İslâm felsefesinin ilk döneminde müslümanların "eski­ler" (kudemâ ve mütekaddimîn) dedikleri milletler[1] tarafından ortaya konu­lan ve müslüman âlimlerce "eskilerin veya ilklerin ilimleri" (ulûmü'-l-kude- mâ, ulû-mü'l-kadîme, ulûmü'l-evâil)[2] ve "eskilerin kitapları" (kütübü'l-kude- mâ)" veya "eski kitaplar" (kütübü'l-kadîme)[3] ya da "eskilerin görüşleri" (ârâü'l-kude-rrtâ)[4] gibi adlarla ifade edilen kültür mirasıyla karşılaşan müs­lümanların bu konuda nasıl bir tavır takındıkları, ikincisi ise felsefeyi be­nimseyen müslümanların daha önceki düşünürlere kıyasla kendilerini nasıl değerlendirdikleridir. Bu iki sorunun cevabını bulduktan sonra varılan bu neticeleri İslâm dünyasının XIX ve XX. yüzyıllardaki durumuyla karşılaştı­rıp günümüzle ilgili bazı tekliflerde bulunulacaktır.
İslâmiyet'in bir kültürün içine doğduğu ve bu kültürden bazı unsurları benimsediği, bir kısmım ıslah ettiği, önemli bir kısmını ise çeşitli sebeplerle reddettiği bilinen bir husustur. Hz. Peygamber ve dört halife döneminde Arap yarımadasının dışında fethedilen yeni bölgelerdeki kültürlerle yüz- yüze gelen müslümanlar bu sayede, kendilerinden önce başka milletlerce ortaya konulmuş olan para, maliye sistemi, haberleşme, mimari vb. saha­larda ortaya konulan bazı teknik unsurları benimsediler. Daha sonra ise Emevîler döneminin başlarından itibaren dağınık da olsa bugün fen bilimle­ri dediğimiz tıp, astronomi, kimya vb. disiplinlerle ilgili eserleri Emevî şeh­zadelerinden Hâlid b. Yezîd b. Muâviye (ö. 85/704) tavassutuyla tercüme ettirmeye başladılar. Bu dağınık tercüme faaliyeti yaklaşık bir asır sürdük­ten sonra Abbâsî Halifesi Me'mûn'un 830'da Beytülhikme'yi kurmasıyla tercüme faaliyetleri sistematik bir hüviyete büründü. Böylece fen bilimleri ve felsefenin öteki sahalarıyla ilgili dağınık bilgilerle tanıştıktan sonra mantık, metafizik, tabiat felsefesi ve rasyonel pisikoloji gibi daha nazarî ve üst seviyede tartışmaları gerektiren disiplinler İslâm dünyasında yoğun bir şekilde görülmeye başlandı. Beytülhikme'nin kuruluşunun birçok sebep ve neticesi bulunmakla birlikte burada tercüme edilen eserlerin çokluğu, tercümelerle ilgili yapılan tartışmalar, bazı eserlerin birkaç kez tercüme etti­rilmiş olması, bazılarının ise hiç tercüme ettirilmemiş olmasından hareketle bu sırada kültür aktarımıyla ilgili bir yöntem benimsendiği ve çevirilecek eserlerin seçime tâbi tutulduğu kanaatine ulaşmak mümkündür. Bütün bu gayretlere rağmen Sırril'l-esrâr, Kitâbû't-Tüffaha ve Esölecyâ gibi bazı eserler yanlışlıkla Aristo'ya nisbet edilmiş[5] ve bu eserlere dayanan bazı müslüman filozoflar zaman zaman büyük yanılgıya düşmüşlerdir.
Bu sistemli tercüme faaliyetiyle birlikte ve ondan sonra ise "anlama faaliyeti" denilmesi mümkün olan şerh, haşiye, ihtisar, uzlaştırma ve fel­sefe tarihi mahiyetinde eserler ortaya koyma gibi başka bir faaliyet daha görülmektedir. Ebû Bekir er-Râzî (ö. 925), Fârâbî (ö. 950), Ebü'l-Hasan el- Âmirî (ö. 991), tbn Miskeveyh (ö. 1030), İbn Sînâ (ö. 1037), Bîrûnî (ö. 1051), Şehâbeddin es-Sühreverdî (ö. 1191) ve İbn Rüşd (ö. 1198) gibi bü­yük filozoflar dönemi ise bu sistematik tercüme döneminden ve anlama fa­aliyetinden sonra gelmektedir. Ana hatları itibariyle yaptığımız bu sırala­manın ilk dönem İslâm düşüncesinde bazan iç içe geçtiği de görülür. Nite­kim sistematik ve kurumsallaşmış tercüme döneminde bu faaliyetin içinde yer aldığı söylenen Kindî (ö. yaklaşık 252/866) aynı zamanda üretim faali­yetine girişmiş, üretim döneminde yaşayan İbn Rüşd ise İslâm felsefesi ta­rihinde şerh ve hâşiye literatürüne en çok önem veren düşünürlerinden biri olmuştur.
Yabancı düşünce ve ilim unsurlarıyla ilgili bu safhaların seyri sıra­sında müslümanlar kendilerinden önceki kültürlere nasıl bakılması gerek­tiği konusunda felsefeyi merkeze aldığımızda, kabaca daha önce ortaya konulan felsefî ve ilmî mirasın çeşitli gerekçelerle kısmen veya tamamen karşısında bulunanlar; tercüme ederek ve bu geleneğin içine girerek üretim faaliyetinde bulunmak isteyenler olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Felsefeyi ve onunla birlikte öteki ilimleri kısmen veya tamamen reddedenlerin tavır­ları, görüşleri, bunların ayrıntıları, gerekçeleri, hangi dinî, siyasî ve toplum­sal kaygılarla bu kanaatlere vardıkları uzun incelemelerin konusu olmaya lâyık olmakla birlikte bu tebliğin planı dışında kalmaktadır. Ancak şu kada­rını ifade etmeliyiz ki ilk dönem İslâm düşüncesini dikkate aldığımızda bü­yük ölçüde reddedici bir tavır benimseyen -bazı Mu'tezile âlimleri bir kena­ra- kelâm, fıkıh, hadis, tefsir, tasavvuf vb. sahalarda faaliyet gösteren İs­lâm âlimlerinin önemli bir kısmının kendilerinden önceki ilmî ve felsefî mi­rası tanıma ve anlamaya yönelik sistemli bir gayret içerisine girdiklerini söylemek güçtür. Esasen bu disiplinlerin tarifleri, alanları, yöntemleri, ga­yeleri ve şubelerinde de böyle bir hedef bulunmamaktadır. Buradan hareket ederek şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki XII. yüzyıl öncesinde müslüman­lar arasında kendilerinden önceki ve kendi çağdaşı bulunan millet, kültür ve medeniyetlerde ortaya çıkan ilim ve düşünce ürünlerini sistematik bir şekilde tanımak için ciddi gayretler sarfeden, bunun usulünü geliştirmeye çalışan en dikkate değer topluluk müslüman felsefeciler veya felsefeyi ha­kikate ulaşma vasıtası kabul eden müslümanlardır. Başka bir ifadeyle bu faaliyet felsefe adına yürütülmektedir. Esasen felsefenin kaynakları, tarif­leri, bölümleri ve tarihi de buna oldukça müsaittir ve bunu gaye edinmek­tedir. XII. yüzyıl öncesinde ve sonrasında yazılmış felsefe tarihi mahiyetin­deki eserlerin hemen hemen tamamı gidebildiği kadar gerilere doğru gi­derken, fıkıh, kelâm, tefsir, hadis vb. ilimlerin tarihiyle ilgili eserler İslâm dininin nâzil oluşundan itibaren veya daha sonraki asırlardan başlamak­tadır. Bu yüzden de ilk dönem İslâm düşüncesinde müslümanların disiplinli ve sistematik olarak dışa açılan en önemli penceresinin felsefe olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Bu yüzden bizzat bu disiplini benimseyen kişilerin daha önceki düşünce ve ilim geleneklerine karşı nasıl bir tavır ta­kındıkları sorusu bizim açımızdan son derece önemli ve anlamlıdır. Böylece İslâm filozoflarının geleneğe bakışının ne olduğu şeklindeki sorduğumuz birinci, soruya gelmiş bulunuyoruz. İddia edildiği gibi kendilerinden önce ortaya konulan düşünce ve ilim geleneğini tamamen taklit mi etmişler, yoksa gelenekten istifade etmekle birlikte sahip oldukları zemine dayana­rak dışarıdan gelen geleneği tanıyarak anlamak suretiyle yeni görüşler mi ortaya koymaya çalışmışlardır. Bunun için bir yandan felsefeyi benimse­yen müslümanlar tarafından yazılan felsefe ve kültür tarihi mahiyetindeki İshakb. Huneyn (ö. 912), İbnü'n-Nedîm (ö. 995), İbn Cülcül (ö. 994), Sâid el-Endelüsî (ö. 1070). ve İbnü'l-Kıftî (ö. 1248) gibi yazarların ortaya koy­dukları eserlere müracaat edilecek, daha sonra ise bizzat filozofların kendi ifadelerinden örneklendirmelerde bulunulacaktır. Felsefe ve kültür tarihi mahiyetindeki eserlerde konuyla ilgili şu tesbitlerde bulunmak mümkün­dür:
1. Bu eserlerde Ebû Bekir er-Râzî gibi bazı felsefeciler için daha önceki görüşlerin veya filozofların görüşlerini kabul ettiklerine dair ifadelerde bu­lunulmakla birlikte[6] bunların hiçbiri tamamen kendilerinden önceki bir filo­zofun takipçisi olarak değerlendirilmemektedir. Fârâbî'nin es-Slyâsetü'l- medeniyye ue el-Medînetü'l-fâzıla (es-Sîretû'-l-fâzıla) adlı eserlerini Aris­to'ya dayanarak veya ondan faydalanarak yazdığını söyleyen (alâ mezhebi Aristotalis) Sâid el-Endelüsî'nin bu ifadesini de tam bir bağlılık olarak anla­mak zordur. Zira anılan ifadeyi kullandığı yerde bu eserlerin "benzersiz (lâ nazîre lehumâ)" olduklarını ifade etmektedir.[7] öte yandan İbn Cülcül'ün ifa­delerini kabul ettiğimiz takdirde ise müslümanlar arasında Kindî' nin dışın­da eserlerinde Aristo'nun yolunu takip eden kimse bulunmamaktadır.6
2.        Bu eserlerde verilen bilgilere göre İslâm tarihinde filozof olarak bili­nen şahısların önemli bir kısmı kendilerinden önceki bazı filozofların çeşitli konulardaki görüşlerine reddiyeler yazmışlardır. Bu reddiye yazma gelene­ği hemen her filozofta şu veya bu şekilde mevcuttur. Onlarca örnekten birkaçını zikretmek gerekirse, Yahyâ en-Nahvî'nin Prokles ve Aristo gibi fı-lozoflara;[8] Ebû Bekir er-Râzî'nin kendisinden önceki Galen, Hipokrat ve Prokles gibi filozoflara reddiye veya reddiye mahiyetindeki eserleri anıla­bilir.[9] Bunlara müslüman filozofların en çok etkilendiği ve zaman zaman "imam" olarak vasıflandırılan[10] Sokrat, Eflâtun ve Aristo gibi filozofların sanılanın aksine yer yer tenkit edilmesini[11] de ilâve etmek gerekir.
3.        Bu eserlerin önemli bir kısmı felsefeyi -tarihî olarak doğruluğu ve yanlışlığı bir tarafa- ilâhî kaynaklı olarak görmektedir.[12] Böyle bir genel ta­rih ve düşünce tarihi görüşünün sonucu olarak kaynakların önemli bir kıs­mı felsefeyi nebevî bilgiye, dolayısıyla da vahye dayandırarak felsefenin asıl kurucusunun Hermes olduğunu ifade etmekte, Hermes'i de İdrîs aley- hisselâm ile aynı şahıs kabul etmekte ve eserlerine İdrîs'le başlamakta­dırlar.[13] Veya Dâvûd aleyhisselâm zamanında yaşadığı söylenen Empedok- les'in hikmeti Lukmân el-Hekim'den aldığım[14] ya da Pisagor'un hikmeti Sü­leyman b. Dâvûd aleyhisselâmın ashabından aldığını söylemektedirler,16 Burada sistematik tercüme faaliyetini başlatan Halife Me'mûn'un böyle.bir faaliyete girişmeden önce gördüğü söylenen rüya da ilginç ipuçları verir. Rivayete göre Me'mûn rüyasında Aristo'ya iyiliğin ne olduğunu sormuş, o da önce akıl tarafından iyi kabul edilenin iyi olduğu şeklinde cevaplamış, sonra da dinde (şer') iyi kabul edilenlerin iyi olduğunu söylemiş, daha sonra ise tevhide sarılmayı tavsiye etmiştir.[15] Aynı şekilde Şehâbeddin Sühreverdî'nin (el-Maktûl) Kitâbü't-Teluîhâti'l-leuhiyye ue'l-arşiyye adlı eserinde zikrettiği rüya da buna yakındır. Kendisinin belirttiğine göre Süh- reverdî, kendinden geçtiği bir sırada (yani rüyada; hulse ve gaybet anında) Aristo'yu görmüş ve onunla biraz konuştuktan sonra bazı İslâm filozof­larının adını anarak onların durumunu sorunca Aristo onlardan hiçbirine iltifat etmemiş, Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909), Ebû Yezîd Bistâmî (ö. 284/ 848?) ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896?) gibi bazı mutasavvıfla­rın isimlerini zikredince "işte gerçek filozoflar bunlardır" diye cevap ver­miştir.[16] Muhtemelen böyle bir kanaate sahip oldukları için de kendilerin­den önce ortaya çıkan felsefe anlayışlarına istifade edilmesi gereken bir mi­ras olarak bakabilmişlerdir.
4.        Bu eserlerin yazılış gayelerinden biri her ilmi ilk defa kimin veya hangi milletin ortaya koyduğunu tesbit etmektir. Bunun sonucunda "evâil literatürü" denilen bir literatür tipi de oluşmuştur. Klasik dönemde kaleme alınan felsefe tarihi mahiyetindeki eserler ise tıp, kimya vb. disiplinlerin ilk defa kimler eliyle ortaya konulduğunu tesbit etmeye çalışmaktadırlar.[17]Böyle bir anlayış ve gayret ise onlara bir yandan kendilerinden önceki dü­şünce ve ilim geleneğinin kaynaklarını tanıma fırsatı verirken öte yandan kendilerinden önceki milletlerin (Keldânî, İranlı, Yunan, Kıbtî, Çinli vb.) orta­ya koydukları .kültür mirasının bir yandan sahiplerini tesbit etmekte,[18] öte yandan ise XX. asırda çok tekrar edilen Yunan mûcizesi gibi efsanelere ka­pılmaktan kaçınmalarına yol açmaktadır. Bütün bunlardan daha önemlisi ise kendilerini bütün bu kültür mirasının mirasçısı olarak görmeleridir.[19]
5.        Bu eserlerde doğru veya yanlış daha önceki dönemde yaşayan kişilerin görüşleri anlatılmakta ve bunların gerek felsefe gerekse İslâm açı­sından uygun görülmeyen tarafları yer yer belirtilip onlara itirazlar yönel­tilmektedir. Böylece bu eserlerin bizzat kendileri zaman zaman eleştirel bir felsefe tarihi hüviyetine bürünmüştür. Öte yandan bu yazarların eserle­rinde İslâm itikadının işgal ettiği mevki çok önemlidir. Mübeşşir b. Fâtik (ö. V/XI), eski filozofların sözlerine yer verdiği eserine alacağı sözlerle ilgili bir yöntem tesbiti yaparken bu sözlerin şer'in ve aklın hükümlerine uygunlu­ğunu şart koşmakta,[20] Sâid el-Endelüsî ve İbnü'l-Kıftî ise Sokrat'ın meâd konusunda zayıf görüşlere sahip olduğunu savunmaktadırlar.[21] Bu ör­nekler felsefe tarihi eserlerinde İslâm'a aykırı görünen fikirleri tenkit konu­su yaptıklarının delillerinden sadece birkaçıdır.
6.        Bu eserlerde felsefe ve bilimin bir gelenek işi olduğunun, gelenek- siz bilim ve felsefenin geliştirilemeyeceğinin, başka bir deyişle bilim ve fel­sefe ortaya koyarken yoktan yaratma olmadığının farkına varılmış, kendi­lerinin böyle bir gelenekleri olmadığı için de daha önceki geleneklerden istifade etmek "müminin yitiği" olarak kabul edilmiştir.[22]
Müslümanlar arasında felsefeyi benimseyen kişilerce kaleme alman felsefe tarihi mahiyetindeki bu eserlerde tesbit ettiğimiz daha önceki felsefe mirasıyla ilgili bilgilerden sonra bizzat filozofların kendilerinin konuya na­sıl yaklaştıklarına geçebiliriz. Hemen belirtelim ki bu konuriun ortaya ko­nulabilmesi için filozofların eserlerinin bu gözle taranması ve genel sistem­lerinin içinde konunun nasıl bir yer işgal ettiğinin ortaya çıkarılmasıyla an­cak bu soru tam olarak cevaplandırılabilir. Buna fırsat olmadığından ilk İslâm filozofu Kindî ve daha çok şârih olarak bilinen lbn Rüşd'den ve bir hikmetli sözler kitabı yazan Mübeşşir b. Fâtik'ten örneklendirmelerde bulu­narak bazı sonuçlara varmaya çalışacağım. Vereceğimiz örnekler ve yapa­cağımız tesbitler felsefe tarihi mahiyetindeki eserler hakkında yaptığımız tesbitlerden ayrı değil onların bir devamı olarak mütalaa edilmelidir. Zira bu eserlerde zikredilen ve aşağıda anacağım filozofların da reddiye vb. ma­hiyette eserleri bulunmaktadır.
İlk İslâm filozofu Kindî, devralınan kültür mirası hakkında kendi dö­neminde felsefecilere yöneltilen eleştirilere karşı felsefeyi ve felsefecileri savunur mahiyette ilginç görüşler serdetmektedir. "İlk Felsefe Üzerine" adlı eserinde bu konuda bakınız ne diyor:
"Hak bilirliğin gereği olarak bize düşen, hakiki ve ciddi konularda kendilerinden büyük ölçüde yararlandıklarımız şöyle dursun, basit ve kü- . çük ölçüde yararlandıklarımızı dahi karalamamaktır. Her ne kadar bazı ger­çekleri görememişlerse de bize intikal eden düşünce ürünleriyle onlar, bizim atalarımız ve ortağımız sayılırlar. O ürünler bize, onların hakikatine ereme- dikleri birçok bilgiye ulaşmak için bir yol, bir araç olmuştur. Özellikle şu hu­sus bizce ve dilimizi konuşmayan bizden önceki seçkin felsefecilerce çok iyi bilinmektedir ki ne bir kişi ne de bir topluluk kendi çabasıyla gerçeği tam olarak yakalayabilmiştir. Çabalan sonucunda bunlar ya gerçek adına bir şey elde edememişler, ya da gerçekle kıyaslanınca çok az şey elde edebilmişler­dir. Fakat her birinin gerçek adına elde ettiği o azıcık bilgiler bir araya topla­nınca büyük bir değer oluşturmuştur.
O halde, bize gerçeği büyük ölçüde getirenler bir yana onu azıcık ola­rak ulaştıranlara da şükür borcumuz büyük olmalı. Çünkü onlar kendi dü­şünce ürünlerine bizleri ortak ettiler ve sundukları mantıkî önermelerle gizli gerçeklere ulaşmanın yollarını kolaylaştırdılar. Onlar olmasaydı bu kadar yoğun çalışmamıza rağmen doğru önermelerden hareketle sonucu çıkarıp bilinmeyene ulaşmamız mümkün olmazdı. İşte bu birikim, geçmiş yüzyıl­lardan beri zamanımıza kadar süregelen yoğun ve yorucu çalışmaların bir • sonucudur. Bir kimsenin ömrü ne kadar uzun, çalışması ne kadar ciddi ve yoğun, fikri de ne kadar ince olursa olsun, zaman'olarak kendisini kat kat aşan bu birikimi hayatı boyunca elde etmesi mümkün değildir... Nereden gelirse gelsin isterse bize uzak ve karşıt milletlerden gelsin, gerçeğin güzelli­ğini benimsemekten ve ona sahip olmaktan utanmamalıyız. Çünkü gerçeği arayan için gerçekten daha değerli bir şey yoktur. O halde gerçeği eksik görmek ve onu söyleyeni ve getireni küçümsemek yakışık almaz. Hiç kimse gerçeği küçümsemez, tersine herkes ondan şeref duyar[23]."

Bu konuyla İlgili olarak örnek vereceğim ikinci filozofumuz daha çok şârih olarak tanınan İbn Rüşd'dür. Faslü'l-makâl adlı eserinde fıkhı kıyas ve aklî kıyasla ilgili tartışmaları incelerken bu konuyu geniş bir çerçeveye oturtarak konumuzla ilgili son derece açık görüşler serdeder. Ona göre,[24]
"Biri çıkıp da 'bu tarzdaki aklî bir kıyasa dayanan düşünce bid'attır, zira ilk asırda yoktu' diyemez, buna hakkı yoktur. Çünkü fıkhı" kıyas ve bu kıyasın nevileri üzerinde düşünmek de aynı şekilde birinci asırdan sonra ortaya konulduğu halde buna bid'at nazarıyla bakılmamaktadır. Tıpkı bu­nun gibi aklî kıyasa istinat eden düşüncenin zaruri olduğuna itikad etmemiz gerekmektedir... Bu konu bu şekilde tesbit edildikten sonra şu meseleye ge­lelim.- Aklî kıyas ve bunun çeşitleri hakkında bizden önce bazı kişiler araştır­ma ve inceleme yapmarmşsa, bu konuda araştırmalara ve incelemelere baş­lamanın üzerimize farz olacağı âşikârdır. Bu konuda sonradan gelenlerin, öncekilerden faydalanmaları ve yardım görmeleri de şarttır. Bu konudaki bilgiler ancak bu şekilde ikmal edilir. Bir insanın çıkıp da tek başına bu işi yapması ve yeni baştan bu konuda muhtaç olduğu şeylerin hepsine vâkıf olması ya imkânsızdır veya çok zordur. Nitekim, fıkhı kıyasın nevilerini bil­me konusunda ihtiyaç duyulan şeylerin tümünü bir şahsın ortaya koyması da güçtür. Daha açık bir ifade ile, şâyet bizden başkaları (yani İslâm'dan önceki âlimler) bu konuda araştırma ve incelemeler yapmışlarsa, aklî kıyas­la ilgili bilgiler bu durumda olmaya çok daha fazla lâyıktır (sonrakilerin öncekilerden istifade etmelerinden daha tabii bir şey yoktur).
Şu halde, yürüdüğümüz yolda, bizden öncekilerin bu konuda söylediklerinden faydalanmamız ve yardımlarına başvurmamızın üzerimize düşen bir görev olduğu gayet açıktır. "Başka" ve "öncekiler" dediğimiz kimselerle aynı dinde olmamızla olmamamız eşittir. Zira tezkiye­nin (yani kesilen hayvanın temiz olmasının) sıhhatini sağlayan (ve bıçak adı verilen) aletin, bizimle aynı dinde bulunan kimseler tarafından yapılma­sı ile başka dinde bulunan kimseler tarafından yapılmış olması arasında fark yoktur. Tbzkiyenin sağlıklı olmasında bu hususa itibar ediimez. Yeter ki on­da sıhhatin şartları mevcut olsun. "Bizimle aynı dinde olmayan", "aramızda din iştiraki bulunmayan" kimselerden maksadım, İslâm dini doğmadan önce bu gibi (aklî) şeyler üzerinde araştırma ve inceleme yapan eskileri (yani önceki filozofları) kastediyorum. Durum böyle olunca, aklî kıyaslar konusunda ihtiyaç duyulan her nevi düşünce, eskiler tarafından en mü­kemmel bir şekilde incelenmiş ve araştırılmış bulununca, bizim için münasip olan şey, onların eserlerini elimize alarak bu konuda söyledikleri sözlere bakmak, şayet bunların hepsi doğru ise, tümünü onlardan almak ve kabul etmek, eğer bunların içinde doğru olmayan şeyler varsa, ona da dikkati çekmektir."
Bu konudaki son örneğimiz olan Mübeşşir b. Fâtik'in (ö. V/XI) görüş­lerine gelince, İslâm öncesi filozofların ve şahsiyetlerin hikmetli sözlerine yer verdiği Muhtârü'l-hikem ve mehâsinü'l-kelim adlı eserine aldığı sözleri seçerken uyguladığı yöntem ise konumuz açısından çok ilginçtir. İbn Fâtik bir yandan, "Hikmet müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır, nereden geldiği onu ilgilendirmez" anlamındaki hadise benzer bazı hadisleri eseri­nin yazılış sebebi olarak gösterirken[25] öte yandan eserme aldığı sözleri yi­ne hadis ve âyetleri delil göstererek eski filozofların aralarındaki ihtilâflara rağmen bunları aldığını ancak bu sözler arasında akıl ve dine (şer') muhalif olanlar varsa bunları da terkettlğini belirtmektedir[26]. Bu ifadeler ilk dönem­de eskilerin felsefe ve ilimleriyle ilgilenen, onları öğrenen ve geliştirmeye çalışan kişilerin nasıl bir ruh hali içinde hareket ettiklerini gösterdiği gibi uyguladıkları yöntem hakkında da fikir vermektedir.[27]
Gerek felsefe tarihi mahiyetindeki eserlerde felsefeciler ve filozoflar hakkında verilen bilgilerden gerekse bizzat filozofların kendi eserlerinden ve görüşlerinden verilen bu misallerden sonra XII. yüzyıl öncesinde felse­feyi benimseyen kişilerin kendilerinden önceki kültür mirasına (yani gele­neğe) karşı aldıkları tavırla ilgili iki tesbitte bulunabiliriz: a) İlk dönemden itibaren çeşitli filozofların eserlerine ve görüşlerine yamlmaz otorite gö­züyle bakmayıp geleneğe tenkitçi bir gözle bakmışlar ve bunu da uygula­malarıyla ispat etmişlerdir. Bu işlem yapıldıktan sonra nereden gelirse gel­sin bütün görüşleri dikkate almışlar hatta bunları benimsemekten de çekin­memişlerdir. b) Ortaya koydukları eserlerin ana çerçevesini ve muhtevasını her zaman inandıkları inançlar teşkil etmiştir.
XII. yüzyıl öncesi İslâm felsefesinde geleneğe bakışla ilgili bu tesbit ve değerlendirmelerden sonra ikinci sorumuz olan filozofların kendilerini nasıl gördüklerine geçebiliriz. Bu soru geçmişte ve günümüzde müslüman veya müslüman olmayan kişiler tarafından haklarında çok şey söylenen bu kişiler hakkında bizzat kendilerinin kendilerini nasıl gördükleri şeklinde de sorulabilir. Daha önceki gelenek veya geleneklerde yetişen kişiler hak­kında yukarıda belirtilen tavırları sergileyen insanların kendilerine hangi gözle baktıkları yine aynı kaynaklar çerçevesinde ortaya konulmaya çalı­şılacaktır. Felsefe tarihi eserlerinde ismi geçen kişiler hakkında verilen hü­kümleri de maddeleştirecek olursak şunları söyleyebiliriz.- 1. Her şeyden önce Târihü'l-hükemâ ue'l-etlbbâ gibi adlar taşıyan bu eserlerde Sokrat, Ef­lâtun ve Aristo gibi İslâm öncesinde ortaya çıkan büyük filozofların yanın­da onlarla beraber müslüman düşünürlere de yer verilmesi onlara hangi gözle bakıldığının delilleridir. Yani eser adına bakarak bu kişilerin de hakîm ve filozof kabul edildiği rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca bu eserlerin birçok yerinde İslâm filozofları için "el-hakîm" ve "el-feylesüf" gibi ifadeler de kullanılmaktadır.[28] 2. Bu filozofların daha önceki düşünce ve İlim gelenek­leriyle irtibatlı olmalarını ifade etmekte bir sakınca görmemektedirler.[29] 3. Bu eserlerde müslüman filozoflarla iftihar edilmektedir. 4. Bu eserlerde müslüman filozoflar daha önceki geleneklerin tıpatıp bir takipçisi olarak görülmek şöyle dursun bunlara katkıda bulunan kişiler olarak takdim edil­mektedir.
Özetleyecek olursak, klasik dönem felsefe tarihleri Kindi, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd gibi İslâm filozoflarını kelimenin tam anlamıyla filozof kabul etmektedirler. Filozofların kendilerini nasıl değerlendiklerine gelince bu konuda verilebilecek örnek çok daha fazladır: 1. Anılan filozofların eser yazım üslûbu bir nâkil ve mukallid üslûbundan ziyade konuya hâkim ve yeni görüşler ortaya koyan düşünür üslûbudur. Yani eserlerinde daima kendileri konuşmakta, başkalarına yer verdiklerinde ise bunu kendi kur­dukları bir sistem içerisinde zikretmektedirler. 2. Hemen hepsinin hem ge­nel sistemleri, hem de pek çok sahadaki görüşleri kendilerinden önceki filo­zofların hiçbirinin sisteminin aynı değildir. 3. Kendilerinden önceki filozof­ların görüşlerinden rahatlıkla istifade etmekte ve bu konuda herhangi bir kompleks içinde bulunmamaktadırlar. 4. Filozofların büyük bir kısmı ken­dilerini daha önceki herhangi bir filozofun veya ekolün takipçisi olarak gör­memektedir. Günümüzde çok yaygın olarak kullanılan Meşşâî, Revâki vb. ekol adları bu düşünürlerin kendileri tarafından benimsenen adlandırmalar değildir. Meselâ İbn Sînâ el-Mebde' ue'l-meâd adlı eserinde "Meşşâîn" laf­zını kullanmakla birlikte sanki üçüncü şahıslardan bahseder gibidir.[30] 5. İbn Sînâ'nın el-Hikmetü'1-Meşrlkıyye, Sühreverdî'nin Hikmetü'1-işrâKında farklı felsefe ekolleri,ortaya konulmaktadır. 6. Daha önceki filozofların gö­rüşlerine rahatlıkla karşı çıkabilmişlerdir. 7. Ebû Bekir er-Râzî'de olduğu gibi kendisi için filozof sıfatını kullanan ve bu adlandırmaya lâyık olduğun­da ısrar edenler bile vardır.[31] 8. Benimsedikleri ve savundukları felsefî görüşlerle inandıkları dinin temel unsurlarının çelişmediğine, tam tersine inandıkları dinin gerçek yorumunun kendi yorumları olduğunu kabul et­mektedirler. Bu konunun en önemli örneği İbn Rüşd ve onun bu konuda yazdığı Faslü'l-Makâlve el-Keşf an menâhici'l-ediLle fi akaidi'l-mille adlı eserleridir. Bu yüzden de yaptıkları faaliyet ile kendilerini dine hizmet eden kişiler olarak görmektedirler.
Bütün bunlardan sonra İslâm filozoflarının daha önceki ilim ve dü­şünce gelenekleri karşısında şahsiyetli bir tavır takınarak düşüncelerinde yeni iddialar taşıdıklarını söylemek çok zor olmasa gerektir. Baştaki iki soruya bulmaya çalıştığımız cevapları özetleyecek olursak XII. yüzyıl öncesi İslâm dünyasında felsefeyi benimseyen kişilerin kendilerinden önceki dü­şünce ve ilim mirasına yani geleneğe önemli ölçüde sağlıklı bir gözle bak­tıklarını, bunun bir gereği olarak bu gelenekten istifade etmekle birlikte tenkit ve değerlendirme gibi aşamalardan geçirdikten sonra bu geleneğin içine girerek iç dinamiklerini kavrayıp yeni düşünceler ortaya koymaya başladıklarını ve bu konuda da iddialarının olduğunu söyleyebiliriz. İşte burada başlangıçta büyük bir düşünce ve ilim birikimine sahip olmayan ilk dönemdeki müslüman felsefecilerinin bu seviyeye nasıl geldikleri ve bunu yaparken hangi zemine dayandıkları sorusu da cevaplandırılmalıdır.
Bilindiği üzere İslâm felsefesinin başlangıç, kuruluş ve gelişme dö­nemleriyle İslâm dünyasında ortaya çıkan kelâm, fıkıh, tefsir, hadis vb. disiplinlerin doğuş, kuruluş ve gelişme dönemleri yaklaşık olarak aynı dö­neme rastlar. Bu aşamalar katedilirken gerek toplumsal sorunlara süratli bir şekilde cevap verebilmeleri, gerekse kendilerinden beklenen teorik ve pra­tik ihtiyaçları karşılayabilmeleri açısından anılan disiplinlerin oldukça dina­mik olduğu söylenebilir. Ayrıca yeni dinin ortaya koyduğu insan inançla­rına son derece güvenmektedir. Bu din, Ttonrı'nın kâinattaki hikmetlerini ve âyetlerini kavrayabilmek için insana araştırmalar yapmasını tavsiye et­mektedir. Öte yandan geleneğe bakış konusunda İslâm dininin doğuş aşa­masından da örnekler bulabilmişlerdir. Buna dayanarak da temel inanç esaslarına muhalif olmayan ancak çağdaşlarının veya daha öncekilerin ortaya koydukları teknik, bilim vb. unsurları almakta beis görmemişler, hatta alınması gerektiğini savunmuşlardır. Bütün bunlar ilk dönem müslü- manlarının inandıkları dinin, kabul ettikleri kavramsal çerçevenin ve be­nimsedikleri itikadı esasların bu çalışmaları yapmalarına müsaade ettiğini göstermektedir. Bir cümleyle ifade etmek gerekirse dayandıkları sağlam bir zemin vardı ve bu zemin İslâm dini ve ona dayanan -bugün İslâmî ilimler denen- ilimlerin ta kendisiydi.
Şimdi de XII. yüzyıl öncesi İslâm felsefesinin anılan konulardaki gö­rüşlerini ve varılan sonuçları kısaca XIX ve XX. yüzyıllarda müslümanla­rın Batı'yla karşılaşmalarıyla mukayese etmek istiyorum. Hemen şunu be­lirtmek gerekir ki ilk dönemdeki müslümanların başka geleneklerle ilişkisi, siyasî, askerî, dinî vb. açılardan güçlü olan müslümanların bu özelliklere sahip olmayan milletlerden kalan kültür mirasıyla ilişkisidir. Yani müslü- manlar hâkim, geleneğini devraldıkları milletler ise mahkûm durumdadır. Son iki yüzyılda Batı'yla ilişkimizde ise Batı hâkim, İslâm dünyası belirtilen yönler bakımından mahkûm durumdadır. Bu yüzden de çağdaş dönemdeki ilişki oldukça dramatik olmuştur. Batı'dan İslâm dünyasına gelenek akışı, önce teknik ve fen bilimlerinin girişi, daha sonra dağınık tercümeler döne­minin başlaması, son olarak ise daha teorik felsefe sistemlerinin İslâm dün­yasına girmesi şeklinde olmuştur. Ancak bu defa ilk dönemdekinin aksine müslümanlar ciddi tercümeler yapma ve anlama faaliyetine fırsat bulama­mışlardır. Bu karşılaşmayla birlikte de müslümanların tavrı ilk dönemde­kinin aksine tam bir hâkim mahkûm ilişkisine dönüşmüştür. Burada da kabaca bir tasnife gitmek gerekirse dışarıdan gelen yabancı kültür ürünle­rini kabul edenler ve etmeyenler olmak üzere müslümanlar arasında iki ana çizgi görülür. Bu çizgilerin son iki yüzyıldır birçok temsilcisinin ve bu konu­larda ortaya koydukları çeşitli görüşlerinin bulunduğu bilinmektedir. Ancak bütün bu kabul etme ve reddetmeye yönelik görüş ve tartışmaların hiçbiri başka bir kültür dairesinde ortaya çıkan ilim ve düşünceürünlerini tam anlamıyla tanımaya yönelik değildir. Gerçi özellikle XX. asırda Türkiye, Mısır ve Suriye gibi İslâm ülkelerinde bazı tercüme faaliyetleri olmuştur. Ancak bunlar kurumsallaşamamış, ayrıca ideolojik mahiyette kalmıştır. Buradan hareketle, İslâm dünyasının bilim ve düşünce üretimine geçebil­mesi, sistematik, metodu belirlenmiş, tenkitçi ve seçmeci bir tercüme ve anlama faaliyetine girişmek mecburiyetinde olduğu söylenebilir.
Bunun için de İslâm dünyasının dışında gelişen düşünce ve ilim ürün­lerini hem tercüme yapacak hem de bunlar hakkında değerlendirmelerde bulunacak yabancı kültür, medeniyet ve düşünce ürünleri hakkında çalış­maları konu edinen "Batı Düşüncesi, Bilimi ve Kültürü Araştırmaları Üni­versitesi (veya Merkezi)" gibi kuramlara şiddetle ihtiyaç vardır. Bu üniversite sayesinde, bir yandan yabancı kültürlerden daha sistemli, metotlu şekilde nasıl istifade edilebileceğine dair tartışmalar yapılırken öte yandan da hangi ilim ve düşünce ürünlerinin tercüme edilmesi gerektiği, hangilerinin vasıflı olduğu, hangilerinin İslâm kültürüne katkıda bulunacağı, geleneksel ilimle­rimizle dışarıda gelişen ilim ve kültür ürünlerinin ilgisinin nasıl kurulacağı gibi bir seri problemin daha düzenli bir şekilde çözülmesine mâtuf büyük bir adım atılacaktır. Böyle bir üniversitenin ana çatısını yabancı kültürlerle ilişkide büyük bir tecrübe birikimi olan ve İslâm medeniyetinin dışa açılan penceresi durumundaki İslâm felsefesi oluşturacaktır. Çünkü kelâm, fıkıh, tefsir, hadis vb. öteki ilimlerin doğuşundan günümüze kadar tarifleri, kay­nakları, alanları, gayeleri ve yöntemleri böyle bir kuruluşta merkezi bir rol üstlenmeye müsait değildir. Bu ilimlerin felsefeninkine benzer bir görev üstlenebilmeleri için, bünyelerinde dış kültürlerde kendi dalları ile ilgili olarak ne olup bittiğini takip eden bir bölüm kurulması gerekir ki bu şu aşamada oldukça güç görünmektedir. O yüzden de anılan disiplinlerin mensupları felsefî faaliyetleri her şeyden önce kendi dinî ve ilmî endişeleri için destek­lemek mecburiyetindedirler.
İkinci bir husus yukarıda da belirtildiği gibi ilk dönemdeki büyük felsefî gelişmeler müslümanlarm kendi zeminlerine dayanmaktaydı. Bugün ise düşünce ve ilim hayatımızda büyük bir zemin kayması söz konusudur.
Zihnî problemlerimizi halledecek, meydan okumalara cevap verecek, düşünce ürünleri ortaya koyabilecek bir felsefî faaliyette bulunabilmek için müslümanlar tarafından geliştirilen kelâm, fıkıh, tefsir vb. disiplinlerin eh az felsefî faaliyetler kadar aktif olmaları, müslümanlarm problemlerini çöz­meleri, İslâm felsefesinden istifade edecek anlayışa ulaşmaları gerekir. Bunun için ise kelâm, fıkıh ve tefsir gibi ilimlerin şu andaki durumlarının aksine, müslümanlar tarafından geliştirilen kelâm, fıkıh, tefsir vb. disiplinlerin en az felsefî faaliyetler kadar aktif olmaları, müslümanların problemlerini çöz­meleri, İslâm felsefesinden istifade edecek anlayışa ulaşmaları gerekir. Bu­nun için ise kelâm, fıkıh ve tefsir gibi ilimlerin şu andaki durumlarının aksi­ne, tarifleri, konumları, alanları, problemleri, bölümleri, gayeleri ve yöntem­leri itibariyle yeni bir yapıya kavuşturulmaları zaruri görünüyor. Bu yapıla­bildiği takdirde bu ilimlere büyük bir dinamizm gelecektir. Böyle bir dina­mizmin bundan asırlarca önce şu veya bu felsefî görüşe reddiye yazan âlim­lerin tavırlarını ve görüşlerini yücelten ve bunun dışında yaşanan dünyaya gözlerini kapatan bir dinî ilimler anlayışıyla olabileceği şüphelidir.
Öte yandan felsefecilerin dayanacağı zeminin başka bir ayağı devra­lınan İslâm kültürü veya geleneğidir. Bu gelenek iyi işlenebildiği ve yeni­den üretim için kullanılabilir hale getirilebildiği takdirde düşünce ve ilim sa­hasında dışarıda ortaya konulan gelişmeler de daha yakından takip edi­lecek ve böylece yabancı kültürlerden istifade daha da sağlıklı olacaktır.
Günümüzde İslâm felsefesinin hem üretim hem de Batı felsefesi ve bilimi karşısında takındığı tavır ise dinî ilimlerin bugünkü durumuyla önemli ölçüde benzerlik arzeder. Müslümanların ihtiyaç duyduğu teori ve görüşleri geliştiremediği gibi yaşanan dünyada olup biten ve çoğu Batı'dan gelen felsefî görüşler, problemler ve ekoller henüz tartışma konuları arasına bile girmemiştir. Böyle bir ortamda İslâm felsefesi adına üretimde bulun­manın söz konusu olamayacağı âşikârdır. Bu yüzden de çağdaş İslâm fel­sefecisinin yönü esas alarak kendi geleneği olmakla birlikte daima dış kül­türlere kapısını açmak şeklinde olacaktır.
Toparlayacak olursak, XII. yüzyıl öncesinde yaşayan İslâm filozofları kendilerinin dışında gelişen ilim ve düşünce ürünlerine daima açık olmuşlar ve sistemli bir şekilde onlardan istifade etmişlerdir. Böyle yaptıkları için de bu gelenekleri taklit ve adapte etme yerine bunları anlamayı ve geleneğe dayanarak yeniden düşünmeyi tercih etmişler, bu yüzden de ciddi anlamda bir yenilik iddiasında bulunabilmişlerdir. Bu başarının arkasında bir yandan kendi zeminleri olan din ve ona dayanan dinî ilimler, öte yandan yabancı kültürlerle ilişki kurulması bulunmaktadır. İslâm felsefecileri günümüzde de benzer bir başarı elde etmek istiyorlarsa, XII. yüzyıl öncesi İslâm fel­sefesinin sahip olduğu bu tecrübe birikiminden istifade etmek mecburiye­tindedirler.
---
 NOT: YUKARIDAKİ MAKALE 'İslam, Gelenek ve Yenileşme Sempozyumu'nda bildiri olarak sunulmuş ve daha sonra bildiri kitabında basılmıştır. Makalenin tam künyesi için bkz. Anay, Harun, "XII. Yüzyıl Öncesi İslam Düşüncesinde Yenilik İddiası ve Geleneğe Bakış". İslam, Gelenek ve Yenileşme Sempozyumu Bildirileri, İstanbul-1996, s.91-103.

----

Harun Anay/02.11.2013.
harunanay.blogspot.com
facebook.com/hasimharun.anay
facebook.com/HarunAnay 
twitter.com/HarunAnay









[1]       İbnü'n-Nedîm, el-Plhrist, nşr. lbrâhlm Ramazan, Beyrut 1994, s. 11, 349; lbn Ciilcül, Tabakâtü'l-
etlbbû ve'l-hûhemâ, thk. Fuâd Seyyid, Beyrut 1985, s. 1, 42-43, 77, 87, 104, 149; Fârâbf, Kllûbü'1-Cem' beyne ra'yeyi'l-haklmeyn, thk. Elbtr Nasrî Nâdir, Beyrut 1968, s. 79; a.mlf,, Rlsâletü't-tenblh alâ seblll's saûde, thk. Sahbân HalEfât, Amman 1987, s. 229.
[2]       lbnü'n-Nedfm, a.g.e., s. 10, 315, 332, 349, 360; lbn Cülcttl, a.g.e., s. 149.
[3]       İbnü'n-Nedîm, a.g.e., s. 345, 356-357; lshak b. Huneyn, Târîhü'l-etlbbâ ve'Meldsi/e, Beyrut 1985, s. 154; lbn Cülciil, a.g.e., s. 51, 65.
[4]       lshak b. Huneyn, a.g.e., s. 154.
[5] İbn Cillcül, a.g.e., s, 25; Mahmut Kaya, Islûm Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul 1983, s. 282 vd.
[6]       İbnü'l-Kıftf, thbârû'l-ulemû' bl-alıbârJ'I-hükemû, Kahire 1326, s. 178.
[7]       Sâid el-Endelüsî, Thbakatü'1-ilmem, s. 139.
[8] Ibnü'l-Kıftî, a.g.e., s. 233.
[9]        Ebû Bekir er-Râzî'nln daha önceki birçok filozofa tenkit yazdığı hakkında bk. İbnü'n-Nedîm, a.g.e., s. 360- 363; lbn Cülcül, a.g.e., thk. Fuâd Seyyid, Beyrut 1985, s. 77; ayrıca Huneyn b. Ishak'ın Kltûb Şûkûk Kitab Oklldes adlı eseri için bk. İbnii'n-Nedfm, a.g.e., s. 357.
[10]      Sâid el-Endeliisî, a.g.e., s. 96; Ebû Bekir er-Râzî, "Kltâbü's-Sîreti'l-felsefîyye", Resûilü lelsellyye, Beyrut 1982, s. 99.
[11]      Sâid el-Endelüsi'nln Sokrat'ı övdükten sonra onun meâd konusunda zayıf görüşlere sahip olduğunu belirtmesi hakkında bk. Sâid el-Endelüsî, a.g.e., s. 75; aynı İbare için bk. Ibnü'l-Kıftî, a.g.e., s. 135.
[12]     Bu konuda açık bir İbare için bk. lbn Cülcül, a.g.e., s. 11, 13; lshak b. Huneyn, a.g.e., s. 151.
[13]      Ibnü'l-Kıftî, a.g.e., s. 2-6-, lbn Cülcül, a.g.e„ s. 5-10.
[14]      Ibnü'l-Kıftî, a.g.e., s. 170,
[15]      İbnü'n-Nedîm, a.g.e., s. 301-302; Ibnü'l-Kıftî, a.g.e., s. 22-24.
[16]     Sühreverdt, "Kitâbü't-Telvîhâtl'l-levhlyye ve'l-arşiyye (el-llmü's-Sâlls)", Mecmûa Ii'1-hlkmeü'l-ilâhlyye içinde, thk. H. Corbin, istanbul 1945,1, 70-74.
[17]     İbnü'l-Kıftt, a.g.e., s. 2; Ishak b. Huneyn, a.g.e., s. 149.
[18]     Burada bazı "felsefe tarlhleri"nin milletlere göre eserini böiümledlğtni zikretmekte fayda vardır. Örnek olarak bk. Sâid el-Endelüst, a.g.e., Beyrut 1985.
[19]     tbnü'n-Nedîm'In Arapça'da bulunan bütün milletlere ait eserlerin fihristini yaptığını eserinin başında söylemesi de böyle bir kuşatma isteğinden kaynaklanmış olabilir, bk. lbnü'n-Nedfm, a.g.e., s. 7.
[20]     Mübeşşir b. Fâtik, Muhlûrü'i-hlkem ve mehûslnü'l-kelim, thk. Abdurrahman Bedevi, Beyrut 1980, s. 3.
[21]     Sâid el-Endelüst, a.g.e., s. 75.
[22]     Mübeşşir b. el-Fâtlk, a.g.e., s. 1-2.
[23] Kindî, "ilk Felsefe Üzerine", Felsell Rlsûleler İçinde (çev. Mahmut Kaya), s. 3-4.
[24] İbn Rüşd, "Faslü'l-Makal", Felsete Din ilişkileri içinde (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1985, s.101- 104.
[25]       Mübeşşirb. Fâtlk, a.g.e., s. 1-2.
[26]       Mübeşşir b. Fâtlk, a.g.e., s. 3.
[27]       Bîrûnî'nin de yukarıda Mübeşşir b. Fâtlk, Klrıdr ve lbn Rüşd'den nakledilen görüşlerine benzer görüşü İçin bk. Bîrûnî, Kltâbü'l-ösârl'l-bâklye anl'l-Uurûnl'l-hûllye, Leipzlg 1923, s. 5.
[28]       Sâid el-Endelüsî, a.g.e., s. 103, 135, 137; Ibnü'l-Kıftî,a.g.e., s. 41,150; lbn Cülcül, a.g.e., s. 73, 76, 110.
[29]       Hemen her eserde bulunan İslâm fllozoflarıyla İlgili bilgiler bunun kanıtıdır.
[30]        İbn Sinâ, el-Mebde' ve el-meĞd, thk. Abdullah Nûrânî, Tahran 1363 hş„ s. 1.
[31]       Ebû Bekir er-Râzî, "Kitâbü's-Sîreti'l-felseflyye", Resöllû Fefaeliyye, Beyrut 1982, s. 99-111.

 ----

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.