XII. YÜZYIL ÖNCESİ İSLÂM FELSEFESİNDE YENİLİK İDDİASI
ve GELENEĞE BAKIŞ
Harun Anay
İslam
dünyasının Batı medeniyeti, bilim ve felsefesiyle yoğun bir. şekilde karşılaşmaya
başladığı XIX. yüzyılın başlarından itibaren başta Osmanlı Devleti sınırları
içinde yaşayan müslümanlar olmak üzere bütün İslâm dünyasının meşgul olduğu
problemleri, daha önceki müslümanlardan devralman mirasa, başka bir deyişle
geleneğe ve bu geleneğe meydan okuyan, onu tahrip etmeye çalışan hatta hem
teorik hem de pratik açıdan onu tanımayan Batı medeniyeti ve kültürüne karşı
takınılacak tavrın ne olacağı şeklinde iki ana soruna indirgemek yanlış olmaz
sanıyorum. Bu iki sorundan birincisiyle ilgili olarak geleneğin terkedilmesi
gereken bir unsur olduğu, İslâm'ı bir din olarak benimseyen kişileri birçok
açıdan geri bıraktığı veya bu geleneği iyi bilmediğimiz ve yaşamadığımız için
büyük problemlerle karşılaşıp Batı karşısında yenilgiye uğranıldığı gibi
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Buna karşılık ikinci sorun hakkında
geleneği terkederek Batı'ya yönelinmesi gerektiği, bunun dışında kurtuluş yolu
olmadığı veya geleneği kısmen muhafaza ederek Batı'dan ihtiyacımız olan
unsurların alınmasının zaruri olduğu gibi düşünceler ortaya çıktı. Bu
tartışmaların bir sonucu olarak son yıllarda bazı İslâm ülkelerinde
devraldığımız kültür mirası hakkında daha sistematik düşünülmeye ve yazılmaya
başlandı. Bu tebliğde ise kültür mirasıyla ilgili tartışmaları ve anılan iki
temel soruyu İslâm düşüncesinin ilk dönemine taşıyarak bu dönemdeki âlim ve
düşünürlerin bu konulardaki tavırlarının ne olduğu şeklinde sorup bunlara cevap
bulmaya çalışacağım.
İslâm
tarihinde müslümanlarm kendilerinin dışındaki kültürlerde gelişmiş felsefe ve
ilimlerle karşılaşmasının ilk defa XIX. asırda olmadığı, aksine bu türden bir
karşılaşmanın İslâm'ın doğuşundan itibaren başladığı tesbitinden hareket ederek
"ilk dönem" demeyi uygun gördüğüm XII. yüzyıla kadarki İslâm
düşüncesinin bu konulardaki tavırlarının son iki yüzyıldaki tartışmalara
önemli ölçüde ışık tutacağı söylenebilir. Ancak tebliğin muhtevası bütün
sahalarda müslümanların ve müslüman ilim adamlarının bu konulardaki tavırlarını
incelemeye müsait olmadığından sadece İslâm filozoflarının ve felsefeyi
benimseyen kişilerin eserlerinden bazı örnekler üzerinde durulacaktır. Başka
bir ifadeyle bu tebliğ iki ana soruya cevap aramaktadır. Birincisi İslâm
felsefesinin ilk döneminde müslümanların "eskiler" (kudemâ ve
mütekaddimîn) dedikleri milletler[1] tarafından
ortaya konulan ve müslüman âlimlerce "eskilerin veya ilklerin
ilimleri" (ulûmü'-l-kude- mâ, ulû-mü'l-kadîme, ulûmü'l-evâil)[2] ve
"eskilerin kitapları" (kütübü'l-kude- mâ)" veya "eski
kitaplar" (kütübü'l-kadîme)[3] ya da
"eskilerin görüşleri" (ârâü'l-kude-rrtâ)[4]
gibi adlarla ifade edilen kültür mirasıyla karşılaşan müslümanların bu konuda
nasıl bir tavır takındıkları, ikincisi ise felsefeyi benimseyen müslümanların
daha önceki düşünürlere kıyasla kendilerini nasıl değerlendirdikleridir. Bu iki
sorunun cevabını bulduktan sonra varılan bu neticeleri İslâm dünyasının XIX ve
XX. yüzyıllardaki durumuyla karşılaştırıp günümüzle ilgili bazı tekliflerde
bulunulacaktır.
İslâmiyet'in
bir kültürün içine doğduğu ve bu kültürden bazı unsurları benimsediği, bir
kısmım ıslah ettiği, önemli bir kısmını ise çeşitli sebeplerle reddettiği
bilinen bir husustur. Hz. Peygamber ve dört halife döneminde Arap yarımadasının
dışında fethedilen yeni bölgelerdeki kültürlerle yüz- yüze gelen müslümanlar bu
sayede, kendilerinden önce başka milletlerce ortaya konulmuş olan para, maliye
sistemi, haberleşme, mimari vb. sahalarda ortaya konulan bazı teknik unsurları
benimsediler. Daha sonra ise Emevîler döneminin başlarından itibaren dağınık da
olsa bugün fen bilimleri dediğimiz tıp, astronomi, kimya vb. disiplinlerle
ilgili eserleri Emevî şehzadelerinden Hâlid b. Yezîd b. Muâviye (ö. 85/704)
tavassutuyla tercüme ettirmeye başladılar. Bu dağınık tercüme faaliyeti
yaklaşık bir asır sürdükten sonra Abbâsî Halifesi Me'mûn'un 830'da
Beytülhikme'yi kurmasıyla tercüme faaliyetleri sistematik bir hüviyete büründü.
Böylece fen bilimleri ve felsefenin öteki sahalarıyla ilgili dağınık bilgilerle
tanıştıktan sonra mantık, metafizik, tabiat felsefesi ve rasyonel pisikoloji
gibi daha nazarî ve üst seviyede tartışmaları gerektiren disiplinler İslâm
dünyasında yoğun bir şekilde görülmeye başlandı. Beytülhikme'nin kuruluşunun
birçok sebep ve neticesi bulunmakla birlikte burada tercüme edilen eserlerin
çokluğu, tercümelerle ilgili yapılan tartışmalar, bazı eserlerin birkaç kez
tercüme ettirilmiş olması, bazılarının ise hiç tercüme ettirilmemiş olmasından
hareketle bu sırada kültür aktarımıyla ilgili bir yöntem benimsendiği ve
çevirilecek eserlerin seçime tâbi tutulduğu kanaatine ulaşmak mümkündür. Bütün
bu gayretlere rağmen Sırril'l-esrâr, Kitâbû't-Tüffaha
ve Esölecyâ gibi bazı
eserler yanlışlıkla Aristo'ya nisbet edilmiş[5]
ve bu eserlere dayanan bazı müslüman filozoflar zaman zaman büyük yanılgıya
düşmüşlerdir.
Bu
sistemli tercüme faaliyetiyle birlikte ve ondan sonra ise "anlama
faaliyeti" denilmesi mümkün olan şerh, haşiye, ihtisar, uzlaştırma ve felsefe
tarihi mahiyetinde eserler ortaya koyma gibi başka bir faaliyet daha
görülmektedir. Ebû Bekir er-Râzî (ö. 925), Fârâbî (ö. 950), Ebü'l-Hasan el- Âmirî
(ö. 991), tbn Miskeveyh (ö. 1030), İbn Sînâ (ö. 1037), Bîrûnî (ö. 1051),
Şehâbeddin es-Sühreverdî (ö. 1191) ve İbn Rüşd (ö. 1198) gibi büyük filozoflar
dönemi ise bu sistematik tercüme döneminden ve anlama faaliyetinden sonra
gelmektedir. Ana hatları itibariyle yaptığımız bu sıralamanın ilk dönem İslâm
düşüncesinde bazan iç içe geçtiği de görülür. Nitekim sistematik ve
kurumsallaşmış tercüme döneminde bu faaliyetin içinde yer aldığı söylenen Kindî
(ö. yaklaşık 252/866) aynı zamanda üretim faaliyetine girişmiş, üretim
döneminde yaşayan İbn Rüşd ise İslâm felsefesi tarihinde şerh ve hâşiye
literatürüne en çok önem veren düşünürlerinden biri olmuştur.
Yabancı
düşünce ve ilim unsurlarıyla ilgili bu safhaların seyri sırasında müslümanlar
kendilerinden önceki kültürlere nasıl bakılması gerektiği konusunda felsefeyi
merkeze aldığımızda, kabaca daha önce ortaya konulan felsefî ve ilmî mirasın
çeşitli gerekçelerle kısmen veya tamamen karşısında bulunanlar; tercüme ederek
ve bu geleneğin içine girerek üretim faaliyetinde bulunmak isteyenler olmak
üzere ikiye ayrılmışlardır. Felsefeyi ve onunla birlikte öteki ilimleri kısmen
veya tamamen reddedenlerin tavırları, görüşleri, bunların ayrıntıları,
gerekçeleri, hangi dinî, siyasî ve toplumsal kaygılarla bu kanaatlere
vardıkları uzun incelemelerin konusu olmaya lâyık olmakla birlikte bu tebliğin
planı dışında kalmaktadır. Ancak şu kadarını ifade etmeliyiz ki ilk dönem
İslâm düşüncesini dikkate aldığımızda büyük ölçüde reddedici bir tavır
benimseyen -bazı Mu'tezile âlimleri bir kenara- kelâm, fıkıh, hadis, tefsir,
tasavvuf vb. sahalarda faaliyet gösteren İslâm âlimlerinin önemli bir kısmının
kendilerinden önceki ilmî ve felsefî mirası tanıma ve anlamaya yönelik
sistemli bir gayret içerisine girdiklerini söylemek güçtür. Esasen bu
disiplinlerin tarifleri, alanları, yöntemleri, gayeleri ve şubelerinde de
böyle bir hedef bulunmamaktadır. Buradan hareket ederek şunu rahatlıkla ifade
edebiliriz ki XII. yüzyıl öncesinde müslümanlar arasında kendilerinden önceki
ve kendi çağdaşı bulunan millet, kültür ve medeniyetlerde ortaya çıkan ilim ve
düşünce ürünlerini sistematik bir şekilde tanımak için ciddi gayretler
sarfeden, bunun usulünü geliştirmeye çalışan en dikkate değer topluluk müslüman
felsefeciler veya felsefeyi hakikate ulaşma vasıtası kabul eden
müslümanlardır. Başka bir ifadeyle bu faaliyet felsefe adına yürütülmektedir.
Esasen felsefenin kaynakları, tarifleri, bölümleri ve tarihi de buna oldukça
müsaittir ve bunu gaye edinmektedir. XII. yüzyıl öncesinde ve sonrasında
yazılmış felsefe tarihi mahiyetindeki eserlerin hemen hemen tamamı gidebildiği
kadar gerilere doğru giderken, fıkıh, kelâm, tefsir, hadis vb. ilimlerin
tarihiyle ilgili eserler İslâm dininin nâzil oluşundan itibaren veya daha
sonraki asırlardan başlamaktadır. Bu yüzden de ilk dönem İslâm düşüncesinde
müslümanların disiplinli ve sistematik olarak dışa açılan en önemli
penceresinin felsefe olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Bu yüzden bizzat
bu disiplini benimseyen kişilerin daha önceki düşünce ve ilim geleneklerine
karşı nasıl bir tavır takındıkları sorusu bizim açımızdan son derece önemli ve
anlamlıdır. Böylece İslâm filozoflarının geleneğe bakışının ne olduğu
şeklindeki sorduğumuz birinci, soruya gelmiş bulunuyoruz. İddia edildiği gibi
kendilerinden önce ortaya konulan düşünce ve ilim geleneğini tamamen taklit mi
etmişler, yoksa gelenekten istifade etmekle birlikte sahip oldukları zemine
dayanarak dışarıdan gelen geleneği tanıyarak anlamak suretiyle yeni görüşler
mi ortaya koymaya çalışmışlardır. Bunun için bir yandan felsefeyi benimseyen
müslümanlar tarafından yazılan felsefe ve kültür tarihi mahiyetindeki İshakb.
Huneyn (ö. 912), İbnü'n-Nedîm (ö. 995), İbn Cülcül (ö. 994), Sâid el-Endelüsî
(ö. 1070). ve İbnü'l-Kıftî (ö. 1248) gibi yazarların ortaya koydukları
eserlere müracaat edilecek, daha sonra ise bizzat filozofların kendi
ifadelerinden örneklendirmelerde bulunulacaktır. Felsefe ve kültür tarihi
mahiyetindeki eserlerde konuyla ilgili şu tesbitlerde bulunmak mümkündür:
1. Bu eserlerde Ebû Bekir er-Râzî gibi bazı felsefeciler için
daha önceki görüşlerin veya filozofların görüşlerini kabul ettiklerine dair
ifadelerde bulunulmakla birlikte[6] bunların
hiçbiri tamamen kendilerinden önceki bir filozofun takipçisi olarak
değerlendirilmemektedir. Fârâbî'nin
es-Slyâsetü'l- medeniyye ue el-Medînetü'l-fâzıla (es-Sîretû'-l-fâzıla)
adlı eserlerini Aristo'ya dayanarak veya ondan faydalanarak yazdığını söyleyen
(alâ mezhebi Aristotalis) Sâid el-Endelüsî'nin bu ifadesini de tam bir bağlılık
olarak anlamak zordur. Zira anılan ifadeyi kullandığı yerde bu eserlerin
"benzersiz (lâ nazîre lehumâ)" olduklarını ifade etmektedir.[7] öte yandan
İbn Cülcül'ün ifadelerini kabul ettiğimiz takdirde ise müslümanlar arasında
Kindî' nin dışında eserlerinde Aristo'nun yolunu takip eden kimse
bulunmamaktadır.6
2.
Bu
eserlerde verilen bilgilere göre İslâm tarihinde filozof olarak bilinen
şahısların önemli bir kısmı kendilerinden önceki bazı filozofların çeşitli
konulardaki görüşlerine reddiyeler yazmışlardır. Bu reddiye yazma geleneği
hemen her filozofta şu veya bu şekilde mevcuttur. Onlarca örnekten birkaçını
zikretmek gerekirse, Yahyâ en-Nahvî'nin Prokles ve Aristo gibi fı-lozoflara;[8] Ebû Bekir
er-Râzî'nin kendisinden önceki Galen, Hipokrat ve Prokles gibi filozoflara
reddiye veya reddiye mahiyetindeki eserleri anılabilir.[9]
Bunlara müslüman filozofların en çok etkilendiği ve zaman zaman
"imam" olarak vasıflandırılan[10]
Sokrat, Eflâtun ve Aristo gibi filozofların sanılanın aksine yer yer tenkit
edilmesini[11] de ilâve
etmek gerekir.
3.
Bu
eserlerin önemli bir kısmı felsefeyi -tarihî olarak doğruluğu ve yanlışlığı bir
tarafa- ilâhî kaynaklı olarak görmektedir.[12]
Böyle bir genel tarih ve düşünce tarihi görüşünün sonucu olarak kaynakların
önemli bir kısmı felsefeyi nebevî bilgiye, dolayısıyla da vahye dayandırarak
felsefenin asıl kurucusunun Hermes olduğunu ifade etmekte, Hermes'i de İdrîs
aley- hisselâm ile aynı şahıs kabul etmekte ve eserlerine İdrîs'le başlamaktadırlar.[13] Veya
Dâvûd aleyhisselâm zamanında yaşadığı söylenen Empedok- les'in hikmeti Lukmân
el-Hekim'den aldığım[14] ya da
Pisagor'un hikmeti Süleyman b. Dâvûd aleyhisselâmın ashabından aldığını
söylemektedirler,16 Burada sistematik tercüme faaliyetini başlatan
Halife Me'mûn'un böyle.bir faaliyete girişmeden önce gördüğü söylenen rüya da
ilginç ipuçları verir. Rivayete göre Me'mûn rüyasında Aristo'ya iyiliğin ne
olduğunu sormuş, o da önce akıl tarafından iyi kabul edilenin iyi olduğu
şeklinde cevaplamış, sonra da dinde (şer') iyi kabul edilenlerin iyi olduğunu
söylemiş, daha sonra ise tevhide sarılmayı tavsiye etmiştir.[15] Aynı
şekilde Şehâbeddin Sühreverdî'nin (el-Maktûl)
Kitâbü't-Teluîhâti'l-leuhiyye ue'l-arşiyye adlı eserinde zikrettiği
rüya da buna yakındır. Kendisinin belirttiğine göre Süh- reverdî, kendinden
geçtiği bir sırada (yani rüyada; hulse ve gaybet anında) Aristo'yu görmüş ve
onunla biraz konuştuktan sonra bazı İslâm filozoflarının adını anarak onların
durumunu sorunca Aristo onlardan hiçbirine iltifat etmemiş, Cüneyd-i Bağdâdî
(ö. 297/909), Ebû Yezîd Bistâmî (ö. 284/ 848?) ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî
(ö. 283/896?) gibi bazı mutasavvıfların isimlerini zikredince "işte
gerçek filozoflar bunlardır" diye cevap vermiştir.[16]
Muhtemelen böyle bir kanaate sahip oldukları için de kendilerinden önce ortaya
çıkan felsefe anlayışlarına istifade edilmesi gereken bir miras olarak
bakabilmişlerdir.
4.
Bu
eserlerin yazılış gayelerinden biri her ilmi ilk defa kimin veya hangi milletin
ortaya koyduğunu tesbit etmektir. Bunun sonucunda "evâil literatürü"
denilen bir literatür tipi de oluşmuştur. Klasik dönemde kaleme alınan felsefe
tarihi mahiyetindeki eserler ise tıp, kimya vb. disiplinlerin ilk defa kimler
eliyle ortaya konulduğunu tesbit etmeye çalışmaktadırlar.[17]Böyle
bir anlayış ve gayret ise onlara bir yandan kendilerinden önceki düşünce ve
ilim geleneğinin kaynaklarını tanıma fırsatı verirken öte yandan kendilerinden
önceki milletlerin (Keldânî, İranlı, Yunan, Kıbtî, Çinli vb.) ortaya
koydukları .kültür mirasının bir yandan sahiplerini tesbit etmekte,[18] öte
yandan ise XX. asırda çok tekrar edilen Yunan mûcizesi gibi efsanelere kapılmaktan
kaçınmalarına yol açmaktadır. Bütün bunlardan daha önemlisi ise kendilerini
bütün bu kültür mirasının mirasçısı olarak görmeleridir.[19]
5.
Bu
eserlerde doğru veya yanlış daha önceki dönemde yaşayan kişilerin görüşleri
anlatılmakta ve bunların gerek felsefe gerekse İslâm açısından uygun
görülmeyen tarafları yer yer belirtilip onlara itirazlar yöneltilmektedir.
Böylece bu eserlerin bizzat kendileri zaman zaman eleştirel bir felsefe tarihi
hüviyetine bürünmüştür. Öte yandan bu yazarların eserlerinde İslâm itikadının
işgal ettiği mevki çok önemlidir. Mübeşşir b. Fâtik (ö. V/XI), eski
filozofların sözlerine yer verdiği eserine alacağı sözlerle ilgili bir yöntem
tesbiti yaparken bu sözlerin şer'in ve aklın hükümlerine uygunluğunu şart
koşmakta,[20] Sâid
el-Endelüsî ve İbnü'l-Kıftî ise Sokrat'ın meâd konusunda zayıf görüşlere sahip
olduğunu savunmaktadırlar.[21] Bu örnekler
felsefe tarihi eserlerinde İslâm'a aykırı görünen fikirleri tenkit konusu
yaptıklarının delillerinden sadece birkaçıdır.
6.
Bu
eserlerde felsefe ve bilimin bir gelenek işi olduğunun, gelenek- siz bilim ve
felsefenin geliştirilemeyeceğinin, başka bir deyişle bilim ve felsefe ortaya
koyarken yoktan yaratma olmadığının farkına varılmış, kendilerinin böyle bir
gelenekleri olmadığı için de daha önceki geleneklerden istifade etmek
"müminin yitiği" olarak kabul edilmiştir.[22]
Müslümanlar
arasında felsefeyi benimseyen kişilerce kaleme alman felsefe tarihi
mahiyetindeki bu eserlerde tesbit ettiğimiz daha önceki felsefe mirasıyla
ilgili bilgilerden sonra bizzat filozofların kendilerinin konuya nasıl
yaklaştıklarına geçebiliriz. Hemen belirtelim ki bu konuriun ortaya konulabilmesi
için filozofların eserlerinin bu gözle taranması ve genel sistemlerinin içinde
konunun nasıl bir yer işgal ettiğinin ortaya çıkarılmasıyla ancak bu soru tam
olarak cevaplandırılabilir. Buna fırsat olmadığından ilk İslâm filozofu Kindî
ve daha çok şârih olarak bilinen lbn Rüşd'den ve bir hikmetli sözler kitabı
yazan Mübeşşir b. Fâtik'ten örneklendirmelerde bulunarak bazı sonuçlara
varmaya çalışacağım. Vereceğimiz örnekler ve yapacağımız tesbitler felsefe
tarihi mahiyetindeki eserler hakkında yaptığımız tesbitlerden ayrı değil
onların bir devamı olarak mütalaa edilmelidir. Zira bu eserlerde zikredilen ve
aşağıda anacağım filozofların da reddiye vb. mahiyette eserleri bulunmaktadır.
İlk
İslâm filozofu Kindî, devralınan kültür mirası hakkında kendi döneminde
felsefecilere yöneltilen eleştirilere karşı felsefeyi ve felsefecileri savunur
mahiyette ilginç görüşler serdetmektedir. "İlk Felsefe Üzerine" adlı
eserinde bu konuda bakınız ne diyor:
"Hak
bilirliğin gereği olarak bize düşen, hakiki ve ciddi konularda kendilerinden
büyük ölçüde yararlandıklarımız şöyle dursun, basit ve kü- . çük ölçüde
yararlandıklarımızı dahi karalamamaktır. Her ne kadar bazı gerçekleri
görememişlerse de bize intikal eden düşünce ürünleriyle onlar, bizim atalarımız
ve ortağımız sayılırlar. O ürünler bize, onların hakikatine ereme- dikleri
birçok bilgiye ulaşmak için bir yol, bir araç olmuştur. Özellikle şu husus
bizce ve dilimizi konuşmayan bizden önceki seçkin felsefecilerce çok iyi
bilinmektedir ki ne bir kişi ne de bir topluluk kendi çabasıyla gerçeği tam
olarak yakalayabilmiştir. Çabalan sonucunda bunlar ya gerçek adına bir şey elde
edememişler, ya da gerçekle kıyaslanınca çok az şey elde edebilmişlerdir.
Fakat her birinin gerçek adına elde ettiği o azıcık bilgiler bir araya toplanınca
büyük bir değer oluşturmuştur.
O halde, bize gerçeği büyük ölçüde getirenler bir yana onu
azıcık olarak ulaştıranlara da şükür borcumuz büyük olmalı. Çünkü onlar kendi
düşünce ürünlerine bizleri ortak ettiler ve sundukları mantıkî önermelerle
gizli gerçeklere ulaşmanın yollarını kolaylaştırdılar. Onlar olmasaydı bu kadar
yoğun çalışmamıza rağmen doğru önermelerden hareketle sonucu çıkarıp
bilinmeyene ulaşmamız mümkün olmazdı. İşte bu birikim, geçmiş yüzyıllardan
beri zamanımıza kadar süregelen yoğun ve yorucu çalışmaların bir • sonucudur.
Bir kimsenin ömrü ne kadar uzun, çalışması ne kadar ciddi ve yoğun, fikri de ne
kadar ince olursa olsun, zaman'olarak kendisini kat kat aşan bu birikimi hayatı
boyunca elde etmesi mümkün değildir... Nereden gelirse gelsin isterse bize uzak
ve karşıt milletlerden gelsin, gerçeğin güzelliğini benimsemekten ve ona sahip
olmaktan utanmamalıyız. Çünkü gerçeği arayan için gerçekten daha değerli bir
şey yoktur. O halde gerçeği eksik görmek ve onu söyleyeni ve getireni
küçümsemek yakışık almaz. Hiç kimse gerçeği küçümsemez, tersine herkes ondan
şeref duyar[23]."
Bu
konuyla İlgili olarak örnek vereceğim ikinci filozofumuz daha çok şârih olarak
tanınan İbn Rüşd'dür. Faslü'l-makâl adlı
eserinde fıkhı kıyas ve aklî kıyasla ilgili tartışmaları incelerken bu konuyu
geniş bir çerçeveye oturtarak konumuzla ilgili son derece açık görüşler
serdeder. Ona göre,[24]
"Biri
çıkıp da 'bu tarzdaki aklî bir kıyasa dayanan düşünce bid'attır, zira ilk asırda
yoktu' diyemez, buna hakkı yoktur. Çünkü fıkhı" kıyas ve bu kıyasın
nevileri üzerinde düşünmek de aynı şekilde birinci asırdan sonra ortaya
konulduğu halde buna bid'at nazarıyla bakılmamaktadır. Tıpkı bunun gibi aklî
kıyasa istinat eden düşüncenin zaruri olduğuna itikad etmemiz gerekmektedir...
Bu konu bu şekilde tesbit edildikten sonra şu meseleye gelelim.- Aklî kıyas ve
bunun çeşitleri hakkında bizden önce bazı kişiler araştırma ve inceleme
yapmarmşsa, bu konuda araştırmalara ve incelemelere başlamanın üzerimize farz
olacağı âşikârdır. Bu konuda sonradan gelenlerin, öncekilerden faydalanmaları
ve yardım görmeleri de şarttır. Bu konudaki bilgiler ancak bu şekilde ikmal
edilir. Bir insanın çıkıp da tek başına bu işi yapması ve yeni baştan bu konuda
muhtaç olduğu şeylerin hepsine vâkıf olması ya imkânsızdır veya çok zordur.
Nitekim, fıkhı kıyasın nevilerini bilme konusunda ihtiyaç duyulan şeylerin
tümünü bir şahsın ortaya koyması da güçtür. Daha açık bir ifade ile, şâyet
bizden başkaları (yani İslâm'dan önceki âlimler) bu konuda araştırma ve
incelemeler yapmışlarsa, aklî kıyasla ilgili bilgiler bu durumda olmaya çok
daha fazla lâyıktır (sonrakilerin öncekilerden istifade etmelerinden daha tabii
bir şey yoktur).
Şu
halde, yürüdüğümüz yolda, bizden öncekilerin bu konuda
söylediklerinden faydalanmamız ve yardımlarına başvurmamızın üzerimize düşen
bir görev olduğu gayet açıktır. "Başka" ve
"öncekiler" dediğimiz kimselerle aynı dinde olmamızla olmamamız
eşittir. Zira tezkiyenin (yani kesilen hayvanın temiz olmasının) sıhhatini
sağlayan (ve bıçak adı verilen) aletin, bizimle aynı dinde bulunan kimseler
tarafından yapılması ile başka dinde bulunan kimseler tarafından yapılmış
olması arasında fark yoktur. Tbzkiyenin sağlıklı olmasında bu hususa itibar
ediimez. Yeter ki onda sıhhatin şartları mevcut olsun. "Bizimle aynı
dinde olmayan", "aramızda din iştiraki bulunmayan" kimselerden
maksadım, İslâm dini doğmadan önce bu gibi (aklî) şeyler üzerinde araştırma ve
inceleme yapan eskileri (yani önceki filozofları) kastediyorum. Durum böyle
olunca, aklî kıyaslar konusunda ihtiyaç duyulan her nevi düşünce, eskiler
tarafından en mükemmel bir şekilde incelenmiş ve araştırılmış bulununca, bizim
için münasip olan şey, onların eserlerini elimize alarak bu konuda söyledikleri
sözlere bakmak, şayet bunların hepsi doğru ise, tümünü onlardan almak ve kabul
etmek, eğer bunların içinde doğru olmayan şeyler varsa, ona da dikkati
çekmektir."
Bu
konudaki son örneğimiz olan Mübeşşir b. Fâtik'in (ö. V/XI) görüşlerine
gelince, İslâm öncesi filozofların ve şahsiyetlerin hikmetli sözlerine yer
verdiği Muhtârü'l-hikem ve
mehâsinü'l-kelim adlı eserine aldığı sözleri seçerken uyguladığı
yöntem ise konumuz açısından çok ilginçtir. İbn Fâtik bir yandan, "Hikmet
müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır, nereden geldiği onu
ilgilendirmez" anlamındaki hadise benzer bazı hadisleri eserinin yazılış
sebebi olarak gösterirken[25] öte
yandan eserme aldığı sözleri yine hadis ve âyetleri delil göstererek eski
filozofların aralarındaki ihtilâflara rağmen bunları aldığını ancak bu sözler
arasında akıl ve dine (şer') muhalif olanlar varsa bunları da terkettlğini
belirtmektedir[26]. Bu
ifadeler ilk dönemde eskilerin felsefe ve ilimleriyle ilgilenen, onları
öğrenen ve geliştirmeye çalışan kişilerin nasıl bir ruh hali içinde hareket
ettiklerini gösterdiği gibi uyguladıkları yöntem hakkında da fikir vermektedir.[27]
Gerek
felsefe tarihi mahiyetindeki eserlerde felsefeciler ve filozoflar hakkında
verilen bilgilerden gerekse bizzat filozofların kendi eserlerinden ve
görüşlerinden verilen bu misallerden sonra XII. yüzyıl öncesinde felsefeyi
benimseyen kişilerin kendilerinden önceki kültür mirasına (yani geleneğe)
karşı aldıkları tavırla ilgili iki tesbitte bulunabiliriz: a) İlk dönemden
itibaren çeşitli filozofların eserlerine ve görüşlerine yamlmaz otorite gözüyle
bakmayıp geleneğe tenkitçi bir gözle bakmışlar ve bunu da uygulamalarıyla
ispat etmişlerdir. Bu işlem yapıldıktan sonra nereden gelirse gelsin bütün
görüşleri dikkate almışlar hatta bunları benimsemekten de çekinmemişlerdir. b)
Ortaya koydukları eserlerin ana çerçevesini ve muhtevasını her zaman
inandıkları inançlar teşkil etmiştir.
XII.
yüzyıl öncesi İslâm felsefesinde geleneğe bakışla ilgili bu tesbit ve
değerlendirmelerden sonra ikinci sorumuz olan filozofların kendilerini nasıl
gördüklerine geçebiliriz. Bu soru geçmişte ve günümüzde müslüman veya müslüman
olmayan kişiler tarafından haklarında çok şey söylenen bu kişiler hakkında
bizzat kendilerinin kendilerini nasıl gördükleri şeklinde de sorulabilir. Daha
önceki gelenek veya geleneklerde yetişen kişiler hakkında yukarıda belirtilen
tavırları sergileyen insanların kendilerine hangi gözle baktıkları yine aynı
kaynaklar çerçevesinde ortaya konulmaya çalışılacaktır. Felsefe tarihi
eserlerinde ismi geçen kişiler hakkında verilen hükümleri de maddeleştirecek
olursak şunları söyleyebiliriz.- 1. Her şeyden önce Târihü'l-hükemâ ue'l-etlbbâ gibi
adlar taşıyan bu eserlerde Sokrat, Eflâtun ve Aristo gibi İslâm öncesinde
ortaya çıkan büyük filozofların yanında onlarla beraber müslüman düşünürlere
de yer verilmesi onlara hangi gözle bakıldığının delilleridir. Yani eser adına
bakarak bu kişilerin de hakîm ve filozof kabul edildiği rahatlıkla
söylenebilir. Ayrıca bu eserlerin birçok yerinde İslâm filozofları için
"el-hakîm" ve "el-feylesüf" gibi ifadeler de
kullanılmaktadır.[28] 2. Bu
filozofların daha önceki düşünce ve İlim gelenekleriyle irtibatlı olmalarını
ifade etmekte bir sakınca görmemektedirler.[29]
3. Bu eserlerde müslüman filozoflarla iftihar edilmektedir. 4. Bu eserlerde
müslüman filozoflar daha önceki geleneklerin tıpatıp bir takipçisi olarak
görülmek şöyle dursun bunlara katkıda bulunan kişiler olarak takdim edilmektedir.
Özetleyecek
olursak, klasik dönem felsefe tarihleri Kindi, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd gibi
İslâm filozoflarını kelimenin tam anlamıyla filozof kabul etmektedirler.
Filozofların kendilerini nasıl değerlendiklerine gelince bu konuda
verilebilecek örnek çok daha fazladır: 1. Anılan filozofların eser yazım üslûbu
bir nâkil ve mukallid üslûbundan ziyade konuya hâkim ve yeni görüşler ortaya
koyan düşünür üslûbudur. Yani eserlerinde daima kendileri konuşmakta,
başkalarına yer verdiklerinde ise bunu kendi kurdukları bir sistem içerisinde
zikretmektedirler. 2. Hemen hepsinin hem genel sistemleri, hem de pek çok
sahadaki görüşleri kendilerinden önceki filozofların hiçbirinin sisteminin
aynı değildir. 3. Kendilerinden önceki filozofların görüşlerinden rahatlıkla
istifade etmekte ve bu konuda herhangi bir kompleks içinde bulunmamaktadırlar.
4. Filozofların büyük bir kısmı kendilerini daha önceki herhangi bir filozofun
veya ekolün takipçisi olarak görmemektedir. Günümüzde çok yaygın olarak
kullanılan Meşşâî, Revâki vb. ekol adları bu düşünürlerin kendileri tarafından
benimsenen adlandırmalar değildir. Meselâ İbn Sînâ el-Mebde' ue'l-meâd adlı eserinde
"Meşşâîn" lafzını kullanmakla birlikte sanki üçüncü şahıslardan
bahseder gibidir.[30] 5. İbn
Sînâ'nın el-Hikmetü'1-Meşrlkıyye,
Sühreverdî'nin Hikmetü'1-işrâKında
farklı felsefe ekolleri,ortaya konulmaktadır. 6. Daha önceki filozofların görüşlerine
rahatlıkla karşı çıkabilmişlerdir. 7. Ebû Bekir er-Râzî'de olduğu gibi kendisi
için filozof sıfatını kullanan ve bu adlandırmaya lâyık olduğunda ısrar
edenler bile vardır.[31] 8.
Benimsedikleri ve savundukları felsefî görüşlerle inandıkları dinin temel
unsurlarının çelişmediğine, tam tersine inandıkları dinin gerçek yorumunun
kendi yorumları olduğunu kabul etmektedirler. Bu konunun en önemli örneği İbn
Rüşd ve onun bu konuda yazdığı
Faslü'l-Makâlve el-Keşf an menâhici'l-ediLle fi akaidi'l-mille
adlı eserleridir. Bu yüzden de yaptıkları faaliyet ile kendilerini dine hizmet
eden kişiler olarak görmektedirler.
Bütün bunlardan sonra İslâm filozoflarının daha önceki ilim
ve düşünce gelenekleri karşısında şahsiyetli bir tavır takınarak
düşüncelerinde yeni iddialar taşıdıklarını söylemek çok zor olmasa gerektir.
Baştaki iki soruya bulmaya çalıştığımız cevapları özetleyecek olursak XII.
yüzyıl öncesi İslâm dünyasında felsefeyi benimseyen kişilerin kendilerinden
önceki düşünce ve ilim mirasına yani geleneğe önemli ölçüde sağlıklı bir gözle
baktıklarını, bunun bir gereği olarak bu gelenekten istifade etmekle birlikte tenkit
ve değerlendirme gibi aşamalardan geçirdikten sonra bu geleneğin içine girerek
iç dinamiklerini kavrayıp yeni düşünceler ortaya koymaya başladıklarını ve bu
konuda da iddialarının olduğunu söyleyebiliriz. İşte burada başlangıçta büyük
bir düşünce ve ilim birikimine sahip olmayan ilk dönemdeki müslüman
felsefecilerinin bu seviyeye nasıl geldikleri ve bunu yaparken hangi zemine
dayandıkları sorusu da cevaplandırılmalıdır.
Bilindiği
üzere İslâm felsefesinin başlangıç, kuruluş ve gelişme dönemleriyle İslâm
dünyasında ortaya çıkan kelâm, fıkıh, tefsir, hadis vb. disiplinlerin doğuş,
kuruluş ve gelişme dönemleri yaklaşık olarak aynı döneme rastlar. Bu aşamalar
katedilirken gerek toplumsal sorunlara süratli bir şekilde cevap verebilmeleri,
gerekse kendilerinden beklenen teorik ve pratik ihtiyaçları karşılayabilmeleri
açısından anılan disiplinlerin oldukça dinamik olduğu söylenebilir. Ayrıca
yeni dinin ortaya koyduğu insan inançlarına son derece güvenmektedir. Bu din,
Ttonrı'nın kâinattaki hikmetlerini ve âyetlerini kavrayabilmek için insana
araştırmalar yapmasını tavsiye etmektedir. Öte yandan geleneğe bakış konusunda
İslâm dininin doğuş aşamasından da örnekler bulabilmişlerdir. Buna dayanarak
da temel inanç esaslarına muhalif olmayan ancak çağdaşlarının veya daha
öncekilerin ortaya koydukları teknik, bilim vb. unsurları almakta beis
görmemişler, hatta alınması gerektiğini savunmuşlardır. Bütün bunlar ilk dönem
müslü- manlarının inandıkları dinin, kabul ettikleri kavramsal çerçevenin ve benimsedikleri
itikadı esasların bu çalışmaları yapmalarına müsaade ettiğini göstermektedir.
Bir cümleyle ifade etmek gerekirse dayandıkları sağlam bir zemin vardı ve bu
zemin İslâm dini ve ona dayanan -bugün İslâmî ilimler denen- ilimlerin ta
kendisiydi.
Şimdi
de XII. yüzyıl öncesi İslâm felsefesinin anılan konulardaki görüşlerini ve
varılan sonuçları kısaca XIX ve XX. yüzyıllarda müslümanların Batı'yla
karşılaşmalarıyla mukayese etmek istiyorum. Hemen şunu belirtmek gerekir ki
ilk dönemdeki müslümanların başka geleneklerle ilişkisi, siyasî, askerî, dinî
vb. açılardan güçlü olan müslümanların bu özelliklere sahip olmayan
milletlerden kalan kültür mirasıyla ilişkisidir. Yani müslü- manlar hâkim,
geleneğini devraldıkları milletler ise mahkûm durumdadır. Son iki yüzyılda
Batı'yla ilişkimizde ise Batı hâkim, İslâm dünyası belirtilen yönler bakımından
mahkûm durumdadır. Bu yüzden de çağdaş dönemdeki ilişki oldukça dramatik
olmuştur. Batı'dan İslâm dünyasına gelenek akışı, önce teknik ve fen
bilimlerinin girişi, daha sonra dağınık tercümeler döneminin başlaması, son
olarak ise daha teorik felsefe sistemlerinin İslâm dünyasına girmesi şeklinde olmuştur.
Ancak bu defa ilk dönemdekinin aksine müslümanlar ciddi tercümeler yapma ve
anlama faaliyetine fırsat bulamamışlardır. Bu karşılaşmayla birlikte de
müslümanların tavrı ilk dönemdekinin aksine tam bir hâkim mahkûm ilişkisine
dönüşmüştür. Burada da kabaca bir tasnife gitmek gerekirse dışarıdan gelen
yabancı kültür ürünlerini kabul edenler ve etmeyenler olmak üzere müslümanlar
arasında iki ana çizgi görülür. Bu çizgilerin son iki yüzyıldır birçok
temsilcisinin ve bu konularda ortaya koydukları çeşitli görüşlerinin bulunduğu
bilinmektedir. Ancak bütün bu kabul etme ve reddetmeye yönelik görüş ve
tartışmaların hiçbiri başka bir kültür dairesinde ortaya çıkan ilim ve
düşünceürünlerini tam anlamıyla tanımaya yönelik değildir. Gerçi özellikle XX.
asırda Türkiye, Mısır ve Suriye gibi İslâm ülkelerinde bazı tercüme
faaliyetleri olmuştur. Ancak bunlar kurumsallaşamamış, ayrıca ideolojik
mahiyette kalmıştır. Buradan hareketle, İslâm dünyasının bilim ve düşünce
üretimine geçebilmesi, sistematik, metodu belirlenmiş, tenkitçi ve seçmeci bir
tercüme ve anlama faaliyetine girişmek mecburiyetinde olduğu söylenebilir.
Bunun
için de İslâm dünyasının dışında gelişen düşünce ve ilim ürünlerini hem
tercüme yapacak hem de bunlar hakkında değerlendirmelerde bulunacak yabancı
kültür, medeniyet ve düşünce ürünleri hakkında çalışmaları konu edinen
"Batı Düşüncesi, Bilimi ve Kültürü Araştırmaları Üniversitesi (veya
Merkezi)" gibi kuramlara şiddetle ihtiyaç vardır. Bu üniversite sayesinde,
bir yandan yabancı kültürlerden daha sistemli, metotlu şekilde nasıl istifade
edilebileceğine dair tartışmalar yapılırken öte yandan da hangi ilim ve düşünce
ürünlerinin tercüme edilmesi gerektiği, hangilerinin vasıflı olduğu,
hangilerinin İslâm kültürüne katkıda bulunacağı, geleneksel ilimlerimizle
dışarıda gelişen ilim ve kültür ürünlerinin ilgisinin nasıl kurulacağı gibi bir
seri problemin daha düzenli bir şekilde çözülmesine mâtuf büyük bir adım
atılacaktır. Böyle bir üniversitenin ana çatısını yabancı kültürlerle ilişkide
büyük bir tecrübe birikimi olan ve İslâm medeniyetinin dışa açılan penceresi
durumundaki İslâm felsefesi oluşturacaktır. Çünkü kelâm, fıkıh, tefsir, hadis
vb. öteki ilimlerin doğuşundan günümüze kadar tarifleri, kaynakları, alanları,
gayeleri ve yöntemleri böyle bir kuruluşta merkezi bir rol üstlenmeye müsait
değildir. Bu ilimlerin felsefeninkine benzer bir görev üstlenebilmeleri için,
bünyelerinde dış kültürlerde kendi dalları ile ilgili olarak ne olup bittiğini
takip eden bir bölüm kurulması gerekir ki bu şu aşamada oldukça güç
görünmektedir. O yüzden de anılan disiplinlerin mensupları felsefî faaliyetleri
her şeyden önce kendi dinî ve ilmî endişeleri için desteklemek
mecburiyetindedirler.
İkinci
bir husus yukarıda da belirtildiği gibi ilk dönemdeki büyük felsefî gelişmeler
müslümanlarm kendi zeminlerine dayanmaktaydı. Bugün ise düşünce ve ilim
hayatımızda büyük bir zemin kayması söz konusudur.
Zihnî
problemlerimizi halledecek, meydan okumalara cevap verecek, düşünce ürünleri
ortaya koyabilecek bir felsefî faaliyette bulunabilmek için müslümanlar
tarafından geliştirilen kelâm, fıkıh, tefsir vb. disiplinlerin eh az felsefî
faaliyetler kadar aktif olmaları, müslümanlarm problemlerini çözmeleri, İslâm
felsefesinden istifade edecek anlayışa ulaşmaları gerekir. Bunun için ise
kelâm, fıkıh ve tefsir gibi ilimlerin şu andaki durumlarının aksine,
müslümanlar tarafından geliştirilen kelâm, fıkıh, tefsir vb. disiplinlerin en
az felsefî faaliyetler kadar aktif olmaları, müslümanların problemlerini çözmeleri,
İslâm felsefesinden istifade edecek anlayışa ulaşmaları gerekir. Bunun için
ise kelâm, fıkıh ve tefsir gibi ilimlerin şu andaki durumlarının aksine,
tarifleri, konumları, alanları, problemleri, bölümleri, gayeleri ve yöntemleri
itibariyle yeni bir yapıya kavuşturulmaları zaruri görünüyor. Bu yapılabildiği
takdirde bu ilimlere büyük bir dinamizm gelecektir. Böyle bir dinamizmin
bundan asırlarca önce şu veya bu felsefî görüşe reddiye yazan âlimlerin
tavırlarını ve görüşlerini yücelten ve bunun dışında yaşanan dünyaya gözlerini
kapatan bir dinî ilimler anlayışıyla olabileceği şüphelidir.
Öte
yandan felsefecilerin dayanacağı zeminin başka bir ayağı devralınan İslâm
kültürü veya geleneğidir. Bu gelenek iyi işlenebildiği ve yeniden üretim için
kullanılabilir hale getirilebildiği takdirde düşünce ve ilim sahasında
dışarıda ortaya konulan gelişmeler de daha yakından takip edilecek ve böylece
yabancı kültürlerden istifade daha da sağlıklı olacaktır.
Günümüzde
İslâm felsefesinin hem üretim hem de Batı felsefesi ve bilimi karşısında
takındığı tavır ise dinî ilimlerin bugünkü durumuyla önemli ölçüde benzerlik
arzeder. Müslümanların ihtiyaç duyduğu teori ve görüşleri geliştiremediği gibi
yaşanan dünyada olup biten ve çoğu Batı'dan gelen felsefî görüşler, problemler
ve ekoller henüz tartışma konuları arasına bile girmemiştir. Böyle bir ortamda
İslâm felsefesi adına üretimde bulunmanın söz konusu olamayacağı âşikârdır. Bu
yüzden de çağdaş İslâm felsefecisinin yönü esas alarak kendi geleneği olmakla
birlikte daima dış kültürlere kapısını açmak şeklinde olacaktır.
Toparlayacak olursak, XII. yüzyıl
öncesinde yaşayan İslâm filozofları kendilerinin dışında gelişen ilim ve
düşünce ürünlerine daima açık olmuşlar ve sistemli bir şekilde onlardan
istifade etmişlerdir. Böyle yaptıkları için de bu gelenekleri taklit ve adapte
etme yerine bunları anlamayı ve geleneğe dayanarak yeniden düşünmeyi tercih
etmişler, bu yüzden de ciddi anlamda bir yenilik iddiasında bulunabilmişlerdir.
Bu başarının arkasında bir yandan kendi zeminleri olan din ve ona dayanan dinî
ilimler, öte yandan yabancı kültürlerle ilişki kurulması bulunmaktadır. İslâm
felsefecileri günümüzde de benzer bir başarı elde etmek istiyorlarsa, XII.
yüzyıl öncesi İslâm felsefesinin sahip olduğu bu tecrübe birikiminden istifade
etmek mecburiyetindedirler.
---
NOT: YUKARIDAKİ MAKALE 'İslam, Gelenek ve Yenileşme Sempozyumu'nda
bildiri olarak sunulmuş ve daha sonra bildiri kitabında basılmıştır.
Makalenin tam künyesi için bkz. Anay, Harun, "XII. Yüzyıl Öncesi İslam Düşüncesinde Yenilik İddiası ve Geleneğe Bakış". İslam, Gelenek ve Yenileşme Sempozyumu Bildirileri, İstanbul-1996, s.91-103.
Harun Anay/02.11.2013.
harunanay.blogspot.com
facebook.com/hasimharun.anay
facebook.com/HarunAnay
twitter.com/HarunAnay
[1] İbnü'n-Nedîm, el-Plhrist, nşr. lbrâhlm Ramazan, Beyrut
1994, s. 11, 349; lbn Ciilcül, Tabakâtü'l-
etlbbû ve'l-hûhemâ, thk. Fuâd Seyyid, Beyrut 1985, s. 1,
42-43, 77, 87, 104, 149; Fârâbf, Kllûbü'1-Cem' beyne ra'yeyi'l-haklmeyn,
thk. Elbtr Nasrî Nâdir, Beyrut 1968, s. 79; a.mlf,, Rlsâletü't-tenblh alâ seblll's saûde,
thk. Sahbân HalEfât, Amman 1987, s. 229.
[3] İbnü'n-Nedîm, a.g.e., s. 345, 356-357; lshak b.
Huneyn,
Târîhü'l-etlbbâ ve'Meldsi/e, Beyrut 1985, s. 154; lbn Cülciil, a.g.e., s.
51, 65.
[5]
İbn Cillcül, a.g.e.,
s, 25; Mahmut Kaya,
Islûm Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul
1983, s. 282 vd.
[8]
Ibnü'l-Kıftî,
a.g.e., s. 233.
[9] Ebû Bekir er-Râzî'nln daha önceki birçok filozofa tenkit
yazdığı hakkında bk. İbnü'n-Nedîm, a.g.e., s. 360- 363; lbn Cülcül, a.g.e.,
thk. Fuâd Seyyid, Beyrut 1985, s. 77; ayrıca Huneyn b. Ishak'ın Kltûb Şûkûk Kitab Oklldes
adlı eseri için bk. İbnii'n-Nedfm, a.g.e., s. 357.
[10] Sâid el-Endeliisî, a.g.e., s.
96; Ebû Bekir er-Râzî, "Kltâbü's-Sîreti'l-felsefîyye", Resûilü lelsellyye, Beyrut
1982, s. 99.
[11] Sâid el-Endelüsi'nln Sokrat'ı övdükten
sonra onun meâd konusunda zayıf görüşlere sahip olduğunu belirtmesi hakkında
bk. Sâid el-Endelüsî,
a.g.e., s. 75; aynı İbare için bk. Ibnü'l-Kıftî, a.g.e., s.
135.
[12] Bu konuda açık bir İbare için bk. lbn
Cülcül, a.g.e.,
s. 11, 13; lshak b. Huneyn, a.g.e., s. 151.
[14] Ibnü'l-Kıftî, a.g.e., s. 170,
[16] Sühreverdt,
"Kitâbü't-Telvîhâtl'l-levhlyye ve'l-arşiyye (el-llmü's-Sâlls)", Mecmûa
Ii'1-hlkmeü'l-ilâhlyye içinde, thk. H. Corbin, istanbul 1945,1,
70-74.
[18] Burada bazı "felsefe
tarlhleri"nin milletlere göre eserini böiümledlğtni zikretmekte fayda
vardır. Örnek olarak bk. Sâid el-Endelüst, a.g.e., Beyrut 1985.
[19] tbnü'n-Nedîm'In Arapça'da bulunan bütün
milletlere ait eserlerin fihristini yaptığını eserinin başında söylemesi de
böyle bir kuşatma isteğinden kaynaklanmış olabilir, bk. lbnü'n-Nedfm, a.g.e., s.
7.
[20] Mübeşşir b. Fâtik, Muhlûrü'i-hlkem
ve mehûslnü'l-kelim,
thk. Abdurrahman Bedevi, Beyrut 1980, s. 3.
[23]
Kindî, "ilk Felsefe Üzerine", Felsell Rlsûleler İçinde (çev. Mahmut
Kaya), s. 3-4.
[24]
İbn Rüşd, "Faslü'l-Makal", Felsete Din ilişkileri içinde (çev. Süleyman
Uludağ), İstanbul 1985, s.101- 104.
[25] Mübeşşirb. Fâtlk, a.g.e., s. 1-2.
[27] Bîrûnî'nin de yukarıda Mübeşşir b. Fâtlk, Klrıdr ve lbn Rüşd'den
nakledilen görüşlerine benzer görüşü İçin bk. Bîrûnî, Kltâbü'l-ösârl'l-bâklye
anl'l-Uurûnl'l-hûllye, Leipzlg 1923, s. 5.
[28] Sâid el-Endelüsî, a.g.e., s.
103, 135, 137; Ibnü'l-Kıftî,a.g.e., s. 41,150; lbn Cülcül, a.g.e., s.
73, 76, 110.
[29] Hemen her eserde bulunan İslâm
fllozoflarıyla İlgili bilgiler bunun kanıtıdır.
----
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.