BİR
OSMANLI DÜŞÜNCESİNDEN BAHSETMEK MÜMKÜN MÜ?
SORU: Bir
Osmanlı-Türk düşüncesinden bahsedilebilir mi? Bu konu üzerinde konuşalım. Böyle
bir konuşmaya herhalde İslâm düşüncesinin 12. asırda durduğu ve ardından
gerilediği önkahüliinün mantığıyla haşlamak uygun olacak. Nereden çıktı hu
hüküm? Doğruluk ve tutarlılık açısından hu dayatma hükmü nasıl
değerlendiriyorsunuz? Çünkü Osmanlı Devleti hu asırdan sonra kuruldu..
Harun ANAY:
Sizin de belirttiğiniz gibi Osmanlı-Türk düşüncesinden bahsetmek büyük ölçüde 12.
yüzyıl sonrası İslâm düşüncesi hakkında verilen hükümlerle doğrudan
irtibatlıdır. Zira zaman itibariyle Osmanlı Devleti 12. yüzyıldan sonra
kurulmuş, gelişmiş. Buradan hareket ederek önce 12. yüzyıl sonrası İslâm
düşüncesinin bizim için ne anlam ifade ettiğini açıklığa kavuşturmak gerekir.
Bunun için de önce şu sorunun cevabını aramalıyız: ‘12. yüzyılda İslâm
düşüncesin durakladığı, ardından da gerilediği’ şeklindeki yaygın hükmün
dayandığı ilmî deliller nelerdir, bu iddia hangi araştırmalara dayanmaktadır?"
İslâm düşüncesi hakkında islâm dünyasında ve Batı'da son iki yüzyıldır yapılan
çalışmaların çok az bir kısmı 12. yüzyıl sonrası İslâm düşüncesi hakkındadır.
Bu yüzden de elimizdeki çalışmaların yaklaşık sekiz asırlık bir dönem hakkında
böyle bir hüküm vermeye yeterli olmadığını, bu iddiada bulunanların büyük
ölçüde sübjektif davrandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öte yandan böyle
bir hüküm genel olarak İslâm düşüncesinin özgünlüğü tartışmalarıyla da doğrudan
irtibatlıdır. Çünkü özellikle Batı'da yapılan bazı çalışmalarda İslâm
düşüncesinin hiç bir döneminde özgün düşünceler ortaya konulmadığı, halta dinî
ve ırkî sebeplerden dolayı konulamadığı, iddia edilmiştir. Durum böyle olunca,
bu iddialara göre, Müslümanların birçoğu tarafından iftihar edilen 12. yüzyıl
öncesi İslâm düşüncesi bu halde ise sonrasının hayli hayli böyle olduğu
kanaatine ulaşmak zor değildir. Ayrıca bu tarih belirlemesinde İslâm
düşüncesinin bütünlüğü ve tarihi dikkate alınmaktan ziyade Batıyla ilgili kısmı
esas alınmakta, dolayısıyla da Batı düşüncesiyle ilgili olan döneminin canlılık
taşıdığı, sonrasının ise her hangi bir deûeri hâiz olmadığı gibi bir kabule
dayanılmaktadır. Yani İslâm düşüncesi ürünleri arasında Batı düşüncesine tesiri
olan eserlerin hemen hemen hepsinin 12. yüzyıla kadarki metinler olması,
sonraki dönem islâm düşüncesi ürünlerinin ise hem Batı ortaçağında pek
tanınmaması hem de son iki yüzyıldır hakkında pek çalışma bulunmaması böyle bir
kanaatin sebeplerinden biridir.
Bir başka
sebep İslâm düşüncesi ve felsefesiyle ilgili modern çalışmaların Batı da
başlaması ve oryantalistlerin bu konuda önceliklerinin bulunmasının onların
ileri sürdüğü görüşlerin çok yaygınlaşmasına yol açmış olmasıdır. Buna bağlı
olarak da çağdaş İslâm ve Batı dünyasında son yıllara kadar İslâm düşüncesinin
12. yüzyıldan sonra durduğu, herhangi bir ciddî felsefe ve düşünce faaliyetinin
görülmediği gibi kanaatler çok yaygınlaşmıştır. Bu iddiaların ileri sürülmeye
başlandığı 19. yüzyılda Batı'da ortaya çıkan pozitivizm, marksizm, materyalizm,
sömürgecilik ve ırkçılık nazariyeleri gibi görüş vc faaliyetler de bu türden
hükümleri beslemiştir. Zira bu görüşlerin önemli bir kısmının benimsediği
ilerleme ve gerileme tabirlerinin arkasındaki ‘değişim’, ‘terakkî’, ‘üç hal
kanunu’ vb. düşünceler Batı dünyasının fikrî„gclişiminin bir ilrünü oldukları
için o dönemde yaygın olan ilim ve felsefe anlayışının dışında kalanlar
insanlığın gelişmemiş bir aşaması kabul edilmiştir. Bu yüzden sorunuzda bulunan
‘İslâm düşüncesinin gerilemesi’ ifadesindeki ‘gerileme’ tabiri esasen Batı dan
gelen bir kavramdır ve bu haliyle de gerilemeyi Batılı anlamda tarif
etmektedir. Bu yüzden de burada İslâm düşüncesinin kendi iç dinamikleri, hayatiyeti
vc tarihi dikkate alınarak mı gerilemeden bahsediliyor, yoksa Batı düşüncesinin
normlarına uymadığı için mi geri kabul ediliyor bu açıklığa kavuşturulmalıdır.
SORU: Son
yıllarda hu hükümlerde bir sarsılma ve değişme var gibi...
Harun ANAY:
Son yirmi yılda özellikle Safevî dönemi düşünce hayatı ve düşünürleriyle ilgili
yapılan çalışmalar ile İbn Haldun, İbn Teymiyye, Uluğ Bey ve Devvânî gibi 12.
yüzyıldan sonra yaşayan müslüman düşünürler hakkında yapılan incelemeler İslâm
düşüncesinin 12. yüzyıldan sonra durduğu, gerilediği veya yok olduğu şeklindeki
hükmün şiddetinin zayıflamasına yol açtıysa da dar anlamda bizimle ilgili kısmı
henüz böyle bir şansa sahip olmamıştır. Burada ‘biz’ ile kasdettiğim Selçuklu
ve Osmanlı dönemidir. Bu iki dönem bizim için bir çok açıdan önemlidir. Her
şeyden önce milâdî 12. asırdan itibaren İslâm tarihinde Türk unsuru eskiye
oranla daha yoğun olarak varlığını hissettirmeye başlamış, iki-üç yüzyıl sonra
ise İslâm dünyasının tartışmasız en büyük siyasî, askerî, dinî ve ilmî merkezi
haline gelmiştir. Dolayısıyla 12. yüzyıl sonrası İslâm düşüncesi tarihinin Türk
düşüncesi tarihi olduğunu söylemek hiç de mübalağa olmayacaktır. Bu önemine
rağmen Selçukluların ve Osmanlıların hâkim olduğu yerlerdeki ve yüzyıllardaki
düşünce vc ilim hayatıyla ilgili çalışmalar, eldeki malzemenin yoğunluğunu
dikkate aldığımızda yok denecek kadar azdır.
Selçuklu
ve Osmanlı dönemi düşünce hayatıyla ilgili incelemelerin merkezinin ülkemiz
olması gerekirken, bizzat Türkiye'de yeterli ilgi gösterilmemektedir. Bu
ihmalin pek çok sebebi vardır. Bunlardan birincisi. Türkiye'de İslâm düşüncesi
ve felsefesinin genel felsefe müfredatı içinde bir yere sahip olamaması ve
özellikle çağdaş Batı felsefesi ve düşüncesini yegâne felsefî düşünce formu
kabul eden çevrelerin islâm düşüncesini dışlamalarıdır. Bu felsefe anlayışının
bir gereği olarak ppzitivist ve Batı merkezli bir felsefe geleneği düşünce
hayatımıza hâkim olduğu için İslâm düşüncesinin hiç bir dönemine yeterli ilgi
gösterilmemiştir. İkincisi Türkiye'de ilâhiyât eğitimi ve bu arada islâm
düşüncesi çalışmalarının sekteye uğratılmasıdır. Üçüncüsü Türkiye'deki akademik
çevrelerdeki tarih anlayışının hemen hemen tamamen siyasî, iktisâdî ve
müesseseler tarihine indirgenmesi, dolayısıyla da yanlış bir tarih# görüşüne
sahip olunmasıdır. Bu yüzden de özellikle Osmanlı tarihiyle ilgili yapılan
çalışmalarda ve bu konuda eğitim veren kurumlarda, bazı istisnalar hariç,
siyasî, iktisâdî vb. tarihlerin yanında Osmanlı düşüncesi okutmak akla bile
gelmemekte, programlarında herhangi bir yer işgal etmemektedir. Sonuncusu ise
özellikle müsteşriklerin islâm ve Osmanlı dönemi düşünce hayatıyla ilgili
verdikleri hükümlerin sanki bir nasmış gibi benimsenmesi ve bunun aksinin
düşünülmemcsidir. Böyle bir anlayışın dinî ve millî kimliğe sahip olduğunu
söyleyen çevrelerde bile hâkim olması şaşılacak bir durumdur. Bütün bunlara
rağmen Selçuklu ve Osmanlı döneminde yetişen düşünür ve âlimler hakkında
yapılan bazı tezlerden edinilen intiba anılan hükmün bu dönem için de geçerli
olmadığı, aksine düşünce ve ilim hayatının zaman zaman hızı şu veya bu sebepten
dolayı zayıflasa da 17. yüzyılın başlarına kadar hem islâm dünyasının öteki
bölgelerinde hem de Osmanlı topraklarında devam ettiği şeklindedir. Bu yüzden
de bir çok Osmanlı müellifi tarafından benimsenen İslâm dünyasında ilim ve
felsefenin hicrî 1000 tarihinden yani milâdî 16. yüzyılın sonlarından itibaren
durgunlaşmaya başladığına dair görüşe ben dc katılıyorum. 17. vc 18. yüzyıllar
İslâm vc Osmanlı ilim ve düşünce hayatındaki duraklamanın kendini açıkça
hissettirdiği yüzyıllardır. 19. vc 20. yüzyıllardaki düşünce ürünleri ise pek
çok açıdan daha önceki yüzyıllarda ortaya konulanlardan farklı özelliklere
sahiptir. Zira bu dönemde Müslümanlar siyasî, ekonomik vc askerî olarak tam bir
çöküntüye uğramışlar, buna karşılık ise geleneksel İslâm düşüncesi Batı
düşüncesiyle karşılaşmış ve Batı bilim, medeniyet ve kültürünün yoğun etkisi
kendini hissettirmeye başlamıştır. Bu iki yüzyılda Batı düşüncesiyle
karşılaşmanın en büyük sıkıntısını ve acısını çeken, bu yüzden de Müslümanların
bulunduğu Öteki coğrafyalardan daha farklı ve ilginç görüşlerin ileri sürüldüğü
en önemli bölge halifeliği de bünyesinde barındıran Türkiye'dir. Buna rağmen,
son iki yüzyıldaki İslâm düşüncesiyle ilgili çalışmaların daha çok Arap
dünyası, Iran ve Hindistan üzerinde yoğunlaşıp Osmanlı hilafetinin merkezindeki
fırtınaların görmezden gelinmesinde siyasî ve ideolojik bir maksadın bulunduğu
söylenebilir.
Bütün
bunlardan sonra bugüne kadar tesirleri devam eden "Osmanlı - Türk
düşüncesinin" tarihi bir vakıa olduğunu tespit etmek yerinde olacaktır.
Ancak bu sonuçla irtibatlı olarak bir iki hususun açıklığa kavuşturulması
gerekir. Herşeyden önce "Osmanlı" tabiri farklı bir ırkın adı değil,
ağırlığını Türklerin teşkil ettiği bir milletler topluluğunun adıdır. Bu yüzden
de İslâm düşüncesinin bütününe olduğu gibi Osmanlı düşüncesine de birçok
Müslüman millet katkıda bulunmuştur. Ancak hâkim unsur Türklerdir. Bundan
dolayı Osmanlı devletinin hâkim olduğu coğrafyada ve asırlarda ortaya konulan
düşünceye ‘Osmanlı Türk Düşüncesi’ denilebilir. Bu düşüncenin kendisinden önceki
ve sonraki düşüncelerle ilişkisi, farkları, temel özellikleri ve hâkim renginin
ortaya konulabilmesi ise bu konuda yapılacak çalışmalara bağlıdır.
SORU: 12.asırdan
bu yana yeni düşüncelerin ve büyük sıçramaların olmadığını savunanlar devamlı
şerh ve hâşiyeleri gündeme getirerek bunu telif devrinin bitişi şeklinde
yorumluyorlar. Sanırım bu ‘şerh ve hâşiye edebiyatı’na bir açıklama, yeni bir
bakış açısı getirmek gerekecek. Şerh ve hâşiyelerin telifle ve düşünce alanında
bir iddia taşımakla alâkaları ne ölçüdedir?
Harun
ANAY: Soruyu tam olarak cevaplayabilmek için öncc ‘şerh ve hâşiye edebiyatı’
hakkında biraz bilgi vermek ve konuyla ilgili problemlere değinmek gerekiyor.
Şerh veya hâşiye yazma geleneği İslâm düşüncesinin doğuşundan itibaren görülen
bir edebiyat geleneği. Hatta böyle bir yazım türünün İslâm düşüncesinin
doğuşundan önce başka milletler arasında da görüldüğü bilinmektedir. Bu
edebiyat türü kısaca, belirli bir eseri esas alarak bunun üzerinde yapılan
çalışmalar ve yorumlardan meydana gelmektedir. Buna göre esas alınan bir metin
üzerine önce ‘şerh’ yazılmakta; bu şerh üzerinde hâşiye, bunun üzerine talik
kaleme alınmaktadır. Bunlar bazen bu sıraya göre yapılmayabilir. Bu yüzden
doğrudan ana metin üzerine de hâşiye yazılabilir. Ancak genel sıralama bu
şekildedir. Ayrıca bir şerh üzerine ikinci, hatta üçüncü ve dördüncü şerhler de
yazılabilir. Hâşiye ve talikler için de durum aynıdır. Yani hâşiye üzerine
hâşiye, talik üzerine de talik yazılabilir. Kısaca böyle işleyen bu edebiyat
türünün, özgün düşünce ortaya koymaya engel olduğunu söyleyenler, bu türe giren
eserleri çoğunlukla tek bir kategoride değerlendirmektedirler. Halbuki
elimizdeki şerh-hâşiye literatürü bunun aksini söylemektedir. Yani şerh veya
hâşiye yazmanın bir tek yolu, gayesi, bir tek muhtevası ve üslubu yoktur. Bu
yüzden şerh ve hâşiye literatürü hakkında yapılacak ilk şey bunların çeşitli
açılardan tasnif edilmesidir. Bunlar arasında tamamen öğretim için yazılanlar
olduğu gibi esas alınan metnin bir ‘problemler listesi’ veya ‘önermeler
listesi’ olarak kabul edildiği şerh ve hâşiye eserleri de vardır. Bu
sonuncularda öncc ana metnin müellifinin ne demek istediği açıklanmaya
çalışılmakta, daha sonra ise konuyla ilgili görüşler tartışılmakta ve nihayet
şerhi veya haşiyeyi yazanın düşüncelerine, itirazlarına, hatta karşı çıktığı ve
katılmadığı konulara yer verilmektedir. Bu yüzden de bu edebiyatın ihtiva
ettiği eserlerin, hangi gayeyle, niçin yazıldığı, nasıl bir muhtevada olduğu
gibi hususlar dikkate alınarak önce tasnif edilmesi gerekir.
Şerh ve
haşiyelerle ilgili verilen hükümlerin çoğu, bir önceki soruda belirtilen 12.
yüzyılda islâm düşüncesinin gerilediği hükmüyle paralellik arzeder ve aynı
şekilde ciddî araştırmalara dayanmamaktadır. Zira 12. yüzyıl sonrası İslâm
düşüncesinde ortaya konulan eserlerin ne kadarının şerh ve hâşiye edebiyatı
içine girdiği, ne kadarının bunun dışında kaldığına dair, bildiğim kadarıyla,
dökümanter bir çalışma yapılmamıştır. Ancak konuyla ilgili eserler hakkında
bilgi veren kaynaklar ve bu dönem düşüncesiyle ilgili elimizde bulunan eserler,
şerh ve hâşiyelerin yazıldığı dönemlerde telif türündeki eserlerin de devam
ettiğini göstermektedir. Zaman zaman biri veya diğeri ağırlık kazansa da ikisi
at başı gitmiştir. Bu yüzden şerh ve hâşiyelerin yaygınlaşmasıyla telif
devrinin bittiği görüşü pek doğru görünmemektedir.
Öte
yandan bu görüşü savunanlar sanıyorum özgün veya yeni düşünce ortaya koymanın
belirli bir formu olduğuna dair bir kanaatten hareket ederek böyle bir hükme
varıyorlar. Halbuki İslâm düşüncesinin hem ilk döneminde hem de daha sonraki
dönemlerinde büyük düşünürler de dahil pek çok düşünür şerh, tefsir, telif,
şiir vb. çeşitli yazım usullerini kullanarak düşünce ürünleri ortaya
koymuşlardır. Burada Ibn Sînâ'nın şiir formu vasıtasıyla görüşlerini ifade
ettiğini, Kindî'den Fârâbî ve İbn Rüşd'e kadar birçok büyük düşünürün şerh
yazdığını da hatırlatmakta fayda var. Şu halde bir müellifin kendi görüşlerini
ortaya koyması için bir değil, pek çok yazım usulü vardır. Düşünür görüşlerini
sanatsal ürünler yoluyla ifade edebileceği gibi şerh ve hâşiye yoluyla da ifade
edebilir. Bu yüzden de şerh-hâşiye yazmanın özgün düşünce ortaya koymanın
engeli değil, sadece bir eser yazma tarzı olduğunu söyleyebiliriz. İkinci
olarak şerh ve hâşiyeler hakkında hüküm verilirken konuyla ilgili bazı
soruların cevapladırılması mecburidir: Metin, şerh, şerhu'ş-şerh, hâşiye,
hâşiyetü'l-hâşiye, talik, talikâtü't- talikat, ihtisar, tercüme, telif, tasnif,
tefsir, tevil ne demektir; şerhin metinle ilişkisi nedir; şerhi yazan kişi esas
aldığı metindeki bütün görüşlere katılmakta mıdır; şerh hangi gayelerle
yazılmıştır; şerhi yazanın takip ettiği şerh usulü nedir; şerhi yazan düşünürün
ilmî birikimi ve gücü nedir; şerhle esas alınan metin tamamen aynı mıdır; her
hangi bir metni esas alarak açıklama yazan bir müellif kendi görüş ve
kaanatlerini belirtmeden başka bir metin hakkında açıklamada bulunabilir mi;
şerhi yazanlar niçin bütün sorunlar üzerinde değil de bunların bir kısmı
üzerinde daha çok duruyorlar; şerhte belirtilen görüşlerle eserin yazıldığı
toplum arasındaki ilişki nedir; elimizdeki metin bir islâm düşüncesi metni ise
şerhte ifade edilen görüşlerin İslâm düşüncesi tarihi içindeki yeri nedir;
niçin bazı şerhler daha çok meşhur olmuştur; niçin bir esere birçok kişi şerh
yazma lüzumu hissetmiştir; niçin bazı eserler şerh yazmak için daha çok ilgi
görmüştür; Nasircddin Tûsî'nin Tecrîdü'l-Akâid’ine hem Sünnî ve hem de Şîî
âlimlerin şerh yazması gibi örnekler dikkate alındığında metin sahibiyle şerhi
yazanlar farklı görüş ve mezhepten olabilmektedirler. Bu durumda metin nasıl
bir değişime uğramaktadır; bazı şerhler ana metinde ortaya konulan görüşleri
reddetmek gayesiyle yazıldığına göre bunları nasıl izah edeceğiz; şerhler tek
bir türde mi yazılmıştır yoksa farklı türleri mi vardır; şerh ve hâşiyelerin
tahmin edilenin aksine farklı bir dili mi var; şerh ve hâşiyelerin tefsir ve
tevilden farkı nedir?...
Bu gibi
sorular tam olarak cevaplandırılmadığı takdirde şerh ve hâşiye edebiyatı
hakkında toptan bir hüküm vermek imkansızdır. Bu yüzden de tıpkı Kur'an
tefsirleri hakkında dirayet ve rivayet tefsiri, konu tefsiri, mezhebî tefsir
vb. ayırımlar yapıldığı ve bu gruplara dahil olan tefsir eserlerinde uygulanan
yöntem, muhteva, üslub, kaynak, dil, benimsenen tefsir anlayışı gibi konularda
müstakil tezler ve çalışmalar yapıldığı gibi şerh ve hâşiye edebiyatının içine
giren eserler hakkında da bu açılardan müstakil çalışmalar yapılmalıdır. Ancak
benim inceleme fırsatı bulduğum, İbn Sina'nın el-İşârât ve't-Tenbîhât,
Şehâbeddin Sühreverdî'nin Hikmetü'l-İşrâk, Sebzevârî'nin Manzume fı'l-Hikme,
adlı eserlerine yazılan şerhler Ahmet Cevdet Paşa'mn Mukaddime çevirisi ve bu esere
yazdığı talikleri, İbn Rüşd'ün bazı şerhleri, Tûsî'nin Tecrîdul-Akâid’ine Hillî
ve Kuşçu tarafından yazılan şerhler, Îcî'nin el-Akâidetü'l-Adudiyye adlı
eserine yazılan şerhler, Nesefî'nin Akâid risalesine başta Taftazânî olmak
üzere bazı müelliflerin yazdıkları şerhler gibi şerh ve hâşiye edebiyatı içinde
değerlendirilen eserlerden hareket ederek bu bahsettiğim eserlerin telif
eserler kadar İslâm düşünce tarihî açısından önemli olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirim. Bu yüzden de şerh ve hâşiye yazmakla özgün düşünce ortaya
koymanın arasında varolduğu farzedilen olumsuz ilişki sanıldığının aksine
azdır. Bu yüzden de şerh ve hâşiye literatüründe hiçbir şey olmadığı, bunların
özgün düşünce ortaya konmak için kaleme alınmadığı gibi peşin hükümlerden
hareket etmek yerine bu eserlere İslâm düşüncesi araştırmalarının temel
kaynakları olarak bakmalıyız, öte yandan İslâm tarihinde ve günümüzde yazılan
telif türündeki eserlerin, sırf yazım üslubu ve adından dolayı tam anlamıyla
bir telif eser kabul edilmeleri de yanlıştır. Tûsî'nin Ahlâk-ı Nâsırî,
Devvânî'nin Ahlâk-ı Celâlî, Kınalızâde Ali'nin Ahlâk-ı Alâi ve Muhyi-i Gülşenî'nin
Ahlâk-ı Kirâm adlı eserleri isimleri ve tasnifleri itibariyle telif eser kabul
edilmekle birlikte yazım üslubu itibariyle şerh ve hâşiye literatürüne çok
yakındırlar. Ayrıca günümüzde kaleme alınan birçok eserin, hatta tezin üslub ve
sistematikleri itibariyle şerhlere çok benzediğini, hatta bazen özgünlük
açısından şerhlerden daha aşağıda olduğu da söylenebilir.
SORU: Bir
Osmanlı düşüncesinden bahsetmeye başladığımızda hangi merkezî alanları hareket
noktası olarak alabileceğiz? Bir başka şekilde soracak olursam felsefe, kelâm,
tasavvuf, ahlâk, mantık, dil ve usul ilimleri açısından Osmanlılar ne ile
başladılar, nerelere gittiler?
Harun
ANAY: Belirli bir konudaki düşünceden değil de genel olarak "Osmanlı
düşüncesinden" bahsedildiğine göre belirttiğiniz alanlara ilave olarak
fıkıh, siyaset, tarih, iktisat, eğitim vb. bir çok alanda Osmanlı döneminde
orlaya konulan düşünce ürünleri hareket noktası olarak alınabilir. Felsefe,
kelâm, tasavvuf, ahlâk, mantık ve dil gibi klasik dönemde de önemli yer işgal
"eden ilimlerin yanında özellikle tasavvuf ve tarihe büyük önem
atfedilmiştir. Bu dönemde kaleme alınan tarih metinlerinin önemli bir kısmı
aynı zamanda sosyal tarih, düşünce tarihi, dinî tarih, siyasî düşünce tarihi,
ahlâk tarihi gibi alanlarla ilgili bol miktarda malzeme ihtiva etmektedir.
Tasavvuf ise. İslâm tarihinde nadir görülen bir yaygınlığa ulaşmış ve bu konuda
pekçok eser ortaya konulmuştur. Bu bakımdan tasavvufla ilgili doğrudan veya
dolaylı kaynakları sadece tasavvuf tarihinin bir konusu olarak ele almak yanıltabilir.
Bu yüzden de Osmanlı düşüncesi hakkında yapılacak incelemelerin kaynağı iki
türlüdür. Birincisi doğrudan belirli bir disiplinin problemlerine değinen ve
onları konu edinen eserler ve dolaylı kaynaklar. Düşünce tarihçisi bu iki
kaynak türüne de baş vurmalıdır. Osmanlı döneminde çeşitli sahalarda ortaya
konulan tatbikat ve bununla ilgili beljje. bilgi vc eserler bugün üzerinde
düşünülmesi gereken, yorumlanması gereken bol miktarda malzemeler içermektedir.
Bunun en önemli örneği arşiv kaynaklarıdır. Bilindiği gibi Osmanlı öncesi
dönemden günümüze ulaşan arşiv malzemesi son derece kısıtlıdır. Bu yüzden de
Osmanlı döneminden kalan arşiv kaynakları hem genci olarak İslâm düşüncesi
tarihi hem de Osmanlı düşüncesi açısından önemli kaynaklarımız arasında yer almaktadır.
Ancak bu malzeme düşünce tarihi açısından ham malzemelerden meydana geldiğinden
bu konuyla ilgili yorum yapmak ve oldukça zahmetli bir düşünce tarihi
araştırmasına girmek gerekmektedir, bundan dolayı bugüne kadar arşiv
kaynaklarına düşünce tarihi açısından yaklaşılamamış, böylece sadece
tarihçilerin başvurduğu kaynaklar halinde kalmıştır. Bir risale olarak
yazıldığında müstakil eser kabul edilip düşünce tarihi incelemelerinin konusunu
teşkil eden bir eser, lâyiha olarak takdim edildiğinde, muhteva olarak aynı
olsa bile. düşünce tarihçilerinin pek ilgi alanına girmemektedir. Osmanlı
arşivleriyle ilgili buna benzer birçok ömek verilebilir.
Öte
yandan Osmanlı düşüncesi incelemelerinde merkeze almamız gereken vc pek az
dikkat çeken bir başka kaynak edebiyat eserleridir. Şiir. münşeât vb.
şekillerde ortaya konulan edebî eserlerin önemli bir kısmı hem doğrudan hem de
dolaylı olarak Osmanlı düşüncesi araştırmalarının konusunu teşkil etmelidir.
Zira bu gibi eserlerde doğrudan düşünceyle ilgili konulara yer verildiği veya
belirli bir sorunu şiir vb. yollara başvurarak ele alındığı gibi, bu eserleri
düşünce tarihinin kaynağı kabul ettiğimiz takdirde bunların yorumlanması
suretiyle de ciddî neticelere ulaşabiliriz. Bu ikinci konunun en önemli
örneklerinden biri Rıza Tevfik'in Abdülhak Hâmid ve Mulâhazât-ı Felsefiyyesi
adlı eseridir. Edebiyat ürünlerini felsefe kaynağı kabul eden Rıza Tevfik'in bu
yaklaşımı başka eserlerinde de görülmektedir. İktisat tarihi ve iktisâdî
zihniyet konusunda rahmetli Sabri Ülgener de benzer bir teşebbüste bulunmuştu.
Ancak malesef bu gibi güzel teşebbüsler devam etmedi, ettirilemedi vc parça
parça denemeler olarak kaldı. Bunların yanında adlarını andığınız felsefe,
kelâm, ahlâk, mantık vb. ilimlerle ilgili olarak da Osmanlı döneminde pek çok
eser ortaya konulmuştur. Bu sahalarda kaleme alınan eserlerin muhtevası, fikrî
seviyesi vc İslâm düşüncesi tarihi içindeki yeriyle ilgili ciddî araştırmalar
yapılmadıkça kesin bir hüküm vermek imkansızdır. Bununla birlikte, Osmanlı
düşüncesiyle ilgili genel bilgilerime dayanarak bir şeyler söylemek gerekirse,
biraz önce bahsedilen bölümlemeye paralel olarak milâdî 17. yüzyıla kadar
anılan ilimlerle ilgili düşünce ürünlerinin Osmanlı'nın kuruluşundan önceki
dönemin düşünce ürünlerinden aşağı seviyede olmadığı muhakkaktır. 12. yüzyıl
öncesi İslâm düşüncesiyle mukayesesinin ne kadar doğru olacağı ise şüphelidir.
Zira şu veya bu probleme, konuya veya ilme ağırlık vermek, insanların vc içinde
yaşadıkları toplumun o günkü ihtiyaçlarına vc ilim anlayışlarına göre değişir.
Bu bakımdan 12. yüzyıl sonrası islâm düşüncesini vc bu arada tabii Osmanlı
düşüncesini 12. yüzyıl öncesi İslâm düşüncesinin bir devamı kabul edip bu
şekilde değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
SORU: İster
islemez ilim/bilgi meselesini' geliyoruz. Osmanlılarda bilginin devralınması,
üretimi, değeri, aklarımı, kontrolü ve korunması konularında neler söylemek
islersiniz? Kurumlar açısından cami-medrese-tekke; kişiler tınısından aile
fertleri, hoca, şeyh; zihniyet açısından süreklilik öğeleri/değişme ve gelişme
öğeleri, bozulma öğeleri...
Harun
ANAY: Osmanlı döneminde kurulan medrese, cami, tekke, kütüphane vb. ilim
kurumlarının kuruluşları, tarihi vc sağladıkları imkânları, bunların İslâm
tarihinin Osmanlı öncesindeki durumları vc Osmanlı topraklan dışında kalan İran
gibi İslâm ülkeleriyle mukayese ettiğimiz zaman ilim vc bilginin korunması,
yaşatılması vc devam ettirilmesi için gösterilen gayretlerin büyüklüğü daha iyi
anlaşılır. Osmanlı döneminin 19. yüzyıla kadarki döneminde ulemânın sahip olduğu
imkân, devlct bürokrasisinde aldığı görev, loplumda işgal ettiği mevkiler
özellikle 15. vc 16. asırlarda, bugün örnek alınması gereken bir konuma
ulaşmıştır. Dönemin siyasî otoritesinin yetkilerini dikkate aldığımızda
ulemânın bu otoriteyi doğru yola sevketmek, devlet politikasını belirlemek, bu
politikaları doğru yöne doğru sevketmek vc yanlışları düzeltmek konusunda
gösterdikleri gayretler şaşkınlık verecek düzeydedir. Bu bakımdan Osmanlı
döneminde ulemânın siyasî otoriteyle ilişkileri bu sorunuz açısından çok güzel
örnekler içerir. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde cğitim-öğrctım kurumları çok
çeşitlidir. Bugün "örgün" vc "yaygın" denilen
eğitim-öğretim kurumlarıyla ilgili çok ilginç örnekler verilmiştir. Medrese
gibi örgün eğilim kurumlarının yanı sıra tekke, zaviye, dergâh vb. yaygın ve
örgün eğitim kurumlarına verilen önem bizi o dönemde yaşayan insanların
hayatları boyunca hem ilim vc hem de ahlâk açısından eğitime tabi tutuldukları
kanaatine sahip olmaya ilmektedir. Ancak bütün bunlardan daha önemlisi, bu
dönemde ilim öğretiminin hem kurumsallaşması, hem dc şahıslara dayanmasıdır. Bu
yüzden Osmanlı dönemindeki eğitim-öğre- timde insan unsuru hayalî bir önemi
hâizdir.
SORU: Siz
ahlâk felsefesi çalıştınız. Osmanlılar döneminde telif edilen ahlâk kitaplarını,
ahlâk düşiim esini İslâm düşüncel ahlâk tarihi tecrübesi içinde nereye
Yerleştiriyorsunuz? Orijinallik ve derinlik …
Harun
ANAY: Ahlâk kitapları denince burada da neyin ahlâk kitabı, neyin ahlâk kitabı
olmadfgı tespit edilmelidir önce. Geniş anlamıyla alındığında ahlâk ilminin
konusu içine şu veya bu şekilde girmeyen konu ve eser bulmak oldukça zordur. Bu
bakımdan tarih ve edebiyat gibi sahalarda ortaya konulan eserler ahlâk ilminin
kaynakları arasında sayılabilir. İslâm ahlâk düşüncesi incelemelerinde baş
vurulan. Kur'an-ı Kerim ve Hadisleri esas alan geleneksel ahlâk, tasavvufî
ahlâk vc felsefî ahlâk gibi sınıflandırmaların hepsiyle ilgili Osmanlı
döneminde eserler kaleme alınmıştır. Burada özellikle tasavvuf hakkındaki
eserlerin, muhtevalarının büyük ölçüde ahlâkın alanına girdiğini dikkate
alarak, ahlâk ilminin en önemli kaynakları arasında yer alması gerektiği
söylenebilir. Felsefî ahlâk alanında ise bugün araştırmacılar daha çok
Kınalızâdc Ali'nin Ahlâk-ı Alâî adlı eserini tanımaktadırlar. Benzer
sistematikle yazılan vc yine Türkçe olan Muhyi-i Gülşenî'nin Ahlâk-ı Kiram adlı
eseriyle fazilet taksimini esas alan Cclâlzâde Mustafa Çelebi nin Mevâhibü'l-Hallâk
fi Merâtibi'l-Ahlâk adlı kitabı gibi eserler ise pek tanınmamaktadır.
Nasihalnâme geleneğinin bir devamı olan vc fazilet taksimini esas alan
eserlerin muhtevasından da istifade eden Hüseyin Vaiz Kâşifinin Ahlâk-ı Muhsinî
adlı eseri üzerine Osmanlı döneminde yazılan şerhler ve haşiyeler de
araştırmacıları beklemektedir. Bunlara hikemiyât türündeki eserler de ilave
edildiğinde konuyla ilgili literatürün boyutları hakkında bir kanaat edinilmiş
olur. Klasik İslâm ahlâk düşüncesi formunda yazılmış bu eserlerin yanında 19.
yüzyılın ortalarından itibaren yine felsefî ahlâk literatürü içinde sayılabilecek
pek çok eser kaleme alınmıştır. Bu yüzyıldan itibaren Balı düşüncesinin etkisi
de daha yoğun olarak görülmeye başlandığı için Batı ahlâk düşüncesiyle İslâm
ahlâk düşüncesinin karşılaştırıldığı ve yeni bir senteze doğru gidildiği
görülür. Özellikle Osmanlının son döneminde Ali Seydi Bey vb. ahlâkçıların
ortaya koydukları bu ahlâk eserlerinin önemli bir kısmının seviyesine henüz
ulaşabilmiş değiliz. Bu ahlâk eserlerinin İslâm ahlâk düşüncesi tarihi içindeki
yerine gelince, her şeyden önce bu ahlâk eserleri bulundukları toplumun ahlâkla
ilgili zihnî problemlerini çözme vazifesini görmeye çalışmışlar. büyük ölçüde
dc bunda başarılı olmuşlardır. İkincisi ahlâk düşüncesi larihi göz önüne
alındığında bu eserlerin kendilerinden öncekilerden devraldıkları ilim vc
düşünce geleneğini cn iyi şekilde devam ettirdikleri anlaşılmaktadır. Üçüncüsü
bu eserler yazıldığı dönemdeki toplumun çeşitli konulardaki problemlerini ve
düşüncelerini yansıtmaktadırlar. Dördüncüsü bu eserlerde ortaya konulan ahlâk
ve siyaset anlayışı, toplum tasnifleri vs. belirli bir idealin ürünüdür ve bu
ideal yaşatılmaya vc tatbik edilmeye çalışılmıştır. Beşincisi bu eserlerde yer
verilen ahlâk ve siyasetle ilgili bazı görüşler daha önceki birçok düşünürde
görülmemektedir. Altıncısı bu eserlerde İslâm dünyasında ortaya çıkan ahlâk ve
siyaset mekteplerinin sentezine ulaşılmaya çalışıldığı görülmektedir.
Çoğaltılması mümkün olan bu vc benzeri tespitler bu dönemde yazılan ahlâk
eserlerine özgün eserler gözüyle bakılmasını ve bu eserlerin İslâm ahlâk
düşüncesinin vazgeçilmez kaynakları arasında sayılmasının bir zaruret olduğunu
göstermektedir.
SORU: Bir
şekilde tevarüs edilen fakat yeterince tanınmayan, anlaşılmayan büyük bir
birikim var Diğer tarafta da yanlış, kasıtlı, sıradan yorumlar ve kabuller önümüzü
tıkıyor. Usul olarak nasıl bir çıkış yolu veya hareket noktası teklif
ediyorsunuz?
Harun
ANAY: Bu soru bizim sahip olduğumuz medeniyet, kültür, düşüncc vc ilim
anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Ancak kültürel mirasımızın tanınmasının
önündeki en büyük engel Türkiye'de çeşitli çevrelerde ve karar mekanizmalarında
hakim olan kültür, medeniyet, ilim, tarih, din vb. konulardaki yanlış
kabullerdir. Bazı çevreler ilim vc düşünce üretimini herhangi bir teknoloji
ürününü ithal edip Türkiye'de montaj yapmakla eşit görme ‘uyanıklığında’
bulunmaktadırlar. Gerçekte ise ilim vc düşünce üretmenin bir tek yolu vardır:
Başka kültürlerle de ilişkiye girerek tevarüs ettiğimiz gelenek içinde,
geleneğe dayanarak üretimde bulunmak. Diğer bir ifadeyle ilim ve düşüncc ürünleri
orlaya koymak bir gelenek işidir. Bu durum anlaşılmayıp bazı görüşleri ithal
edip ilgili sahalarda birkaç akademisyen yetiştirince her şeyin olup biteceğini
sanmak büyük bir safdillik olur. Bundan dolayı ilim ve düşünce üretiminin
geleneğe dayanması gerektiğini iyi anlayıp iyi veya kötü devraldığımız kültür
mirasını çok iyi bir şekilde bilmek, anlamak, aktarmak ve değerlendirmek
durumundayız. Bu yüzden kültür mirasıyla ilişki kurmak, ilim ve düşünce
üretmenin ön şartıdır. Önümüzdeki yüzyılları millet olarak heba etmemek ve
bugünkü durumumuzdan kurtulmak istiyorsak ‘köklerimize dönmek’ mecburiyetindeyiz.
Bu köklerin içinde İslâm ve bu din çerçevesinde birçok neslin yüzyıllar boyunca
oluşturduğu zengin bir tecrübe birikimi var. Bugün duçar olduğumuz hastalıkların
ve sahip olduğumuz değerlerin büyük bir kısmının kaynağı tevarüs edilen mirasın
içinde saklı. Bu bakımdan kültür mirasıyla ilgilenmek, bu konuda köklü bir
şuura sahip olmak çok önemlidir. Kültür mirası günümüzden kopuk bir şekilde,
bugün için hiç bir anlam ifade etmeyecek tarzda ele alındığı takdirde de
istenilen neticeler alınamaz. Bu yüzden kültür mirasını tanımaya çalışanların
‘ne yapmak istediklerinin’ açıklığa kavuşturulması da önemlidir. Yani
Türkiye'nin ilim ve düşünce hayatında canlanma ve sıçrama meydana getirmeye
dair bir ‘dertleri’ olması gerekir.
Türkiye'de
çeşitli çevrelerde Batı merkezli görüşlerin etkisiyle savunulan Batı düşüncesi
ve medeniyetinin yegâne yol olduğuna dair görüşler kadar kültür mirasını kutsal
sayan anlayışlar da tehlikelidir. İşte burada her iki görüşten kaynaklanan
yoğun bir yanlış anlamlandırma söz konusudur kültür mirasıyla ilgili. Bu iki
görüşten biri geleneksel düşünce mirasını tamamen inkar ederek ilmî esaslara
dayanmayan saptırmalarda bulunarak anlamayı zorlaştırırken, diğeri ise geleneği
mukaddes kabul ederek doğru değerlendirmeye mâni olmaktadır. Bu yüzden şimdiye
kadar kültür mirasımızla ilgili verilen hükümlerin doğru olup olmadığını yeni
baştan sorgulamalıyız. Buna ilaveten, belirtilen iki görüş biçiminin yol açtığı
engellere göğüs germek suretiyle geleneğin bugünle ilgili olan kısmını
eleştiriye tabi tutmalı, düşünce dünyamıza hakim olan ve düşünce üretmemizi
engelleyen unsurları cesaretle tcmizleycbilmcliyiz. Bu konuda ise, öncelikle
sağlam bir ‘eleştiri anlayışı’ geliştirmek şarttır. En nihayet, kültür
mirasımızın tanınması ve bugün kullanılabilir hale gelmesi için planlı bir
faaliyet başlatmak; bu mirasın nasıl yorumlanacağıyla ilgili büyük bir yöntem
tartışmasına girişmek; parçacı bir yaklaşımdan ziyade bütünü göz önüne almak
gibi tekliflerde bulunulabilir. Ancak bütün bunların anlamını muhafaza edebilmesi
için, bizim yeni bir ilim, düşünce ve medeniyet geliştirmek istediğimize dair
iddiamızı asla kaybetmememiz gerekiyor.
NOT: Yukarıdaki yazı, daha
önce H. Anay ile yapılan bir söyleşinin metnidir (Bkz. ‘Bir Osmanlı
Düşüncesinden Bahsetmek Mümkün mü?’, Dergah Dergisi, cilt: VII, Sayı: 76
(Haziran 1996), s.12-14, 22, İstanbul-1996).
----
Harun
Anay/09.12.2013
harunanay.blogspot.com
facebook.com/hasimharun.anay
facebook.com/HarunAnay
twitter.com/HarunAnay
linkedin.com/HarunAnay
academia.edu/HarunAnay
---
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.